Bir elbisenin üstünüze oturması, terzinin onu sizi düşünerek yaptığı anlamına gelmez. Otu boku üstüne alınma yani.
Yiğit

24 Haziran 2010

Guy Ritchie



Evet, şahsımın favori yönetmenine biraz dokundurma vakti. Guy Ritchie soylu bir aileden geliyor. Fakat filmleri bu soyun tam tersi bir anlatıma sahip. Kendisi hakkında verilecek magazinsel bilgilerden Madonna'nın eski eşi ve bir çocuğunun öz babası olması özelliği en göze çarpanı. Kendisi bir disleksi hastası. Judoda siyah kuşak sahibi. Okuduğu okulların ikisinden atılıp, klip yönetmenliğine baş koymuş ve bu klip yönetmenliğini The Hard Case isimli kısa metraj filmi ile devam ettirmiş. Buradan sonra bizim asıl Guy Ritchie maceramız başlıyor işte.






İlk uzun metraj filmi Lock Stock and Two Smoking Barrels, başından sonuna kadar eğlence dolu. Hatta sonu için tatminsiz olanlar olsa da ben gayet beğendim. Bu film iki aktör için de önem arz ediyor. Birincisi bu filmde oynayan Jason Statham sonraları hem Guy Ritchie'nin 2 filminde daha rol almış ve bunlardan sonra aksiyon filmlerinin aranan aktörlerinden olmuştur. Yani bir nevi Jason'ı Hollywood dünyasına kazandırmıştır ki iyi de yapmıştır. Severiz kendisini. İkincisi ise eski -psikopat diye tabir edebileceğimiz- futbolculardan Vinnie Jones'u sinema dünyasına kazandırmıştır. Bir filmde kafadan çatlak kodu mu oturtacak bir karakter varsa Vinnie Jones bu role yakışır. Bu filmin bazı özellikleri diğer filmlerinde de bariz gözükür ve genel özellikler olup çıkar. Film İngiltere'de geçmekte, ve yerel mafya-sıradan çapulsuzlar çakışmasını anlatmaktadır. Bir filmi Gut Ritchie yönetiyorsa, o filmde kadın başrol oyuncusu diye bir şey olmaması ihtimaline İddaa'da 1.05 oran verirler. Bariz özelliklerinden biri budur. Film oradan buradan gider, enterasan olaylar yaşanır, sonra darmadağın bir haldeyken filmin sonunda bir bütünlük oluşur. İşte o son çözüm bölümü Guy Ritchie'yi Guy Ritchie yapan ana etmendir. Filmdeki karakterler ve diyaloglar da keza öyle. Bu özelliği bir dahi yönetmende daha görüyoruz ki kendisi ikinci en sevdiğim yönetmen olur: Quintin Tarantino. Pulp Fiction'dan apayrı, ama karakterlerin ve diyalogların filmi olması nedeniyle de aynı yönden "süper film" etiketini kazanırlar. Bu ikili birlikte film çekse nasıl bir şey ortaya çıkar merak ediyorum. Son olarak bu filmde ekstra bir güzellik olarak ayrıca Sting de rol almakta.

Geçelim Lock Stock and Two Smoking Barrels'tan sonra ivmesini dikine dikine çıkardığı Snatch filmine. Bu filmde ilk filmden gene Jason Statham var. Onun dışında Benicio Del Toro ve Brad Pitt gibi iki ünlü ismi de barındırıyor bünyesinde ki Brad Pitt normalde hesapta yokken kendisi ondan bir rol istemiş diye doğruluğu yüksek bir söylenti dolaşır. Ama hak vermemek elde değil ona.
Guy Ritchie öyle bir yönetmen ki, "abi filminde oynamak istiyorum bana bir rol yazsana" desem eminim bana öyle bir rol verir ki özel terziye diktirilmiş ceket gibi oturur üstüme o rol. Snatch'in senaryo yapısı da Lock Stock and Two Smoking Barrels'ınki gibi. Tekrardan üstüne geçmeye gerek yok.
Arada Guy Ritchi'nin en büyük eleştiri aldığı filmi olan Swept Away var ki ben izlemedim o filmi hala. Nedenine gelince de başrolde Madonna'nın oynaması iyi bir sebep sayılabilir. Zira Guy Ritchie'nin içinde olduğu bir filmin bu kadar eleştirilmesini başka bir şeyle açıklayamam. İzledikten sonra yazıma bir şeyler eklerim.

Ondan sonra Revolver var. Bu diğerleri gibi eğlenceliden ziyade biraz daha felsefi bir film. Gene mafya var işin içinde. Ama Guy Ritchie'nin yarattığı mafyalar ve karakterleri öyle Godfather ya da Goodfellas'dakiler gibi değil tabi. Filmin sonu beni yeterince tatmin edememişti. Zaten o zamanlar Guy Ritchie favori yönetmenim falan değildi, sadece Snatch'i izlemiştim ve Jason Statham için almıştım bu filmi de. En çok tepki alan ikinci filmi de bu sanırsam.

Bunun arkasından Snatch tadında ve güzelliğinde bir film daha geliyor. RocknRolla. Guy "Sürekli bu tarz film çekiyor" diye eleştiriliyor. Ama onun tarzı bu ve bu tip filmlerinde o temayı farklı konularla çok güzel işliyor. Lock Stock and Two Smoking Barrels, Snatch ve RocknRolla'yı aynı gün içinde izleyin, eğlenecek misiniz yoksa sıkılacak mısınız görün ondan sonra karar verin. Benim en sevdiğim aktörlerden biri olan (ve sanırım en sevdiğim olan) Gerard Butler var kadroda, haliyle film benim için iki kat keyifleniyor. Andy Garcia'ya benzerliği ile dikkat çeken (ki ben de karıştırıyordum başlarda) Mark Strong'la da ikinci defa çalışıyor. Londra, çalıntı bir tablo, ufak bir gangster çetesi, triplerin dibinde bir rock yıldızı, hayatından sıkılmış bir muhasebeci ve köstebek bu filmin etiketleri olabilir sanırım. Bu filmde diğerlerinden farklı olarak, bir aktris önemli bir role sahip filmin içinde. Pek alışılageldik değil tabi. Bu filmin bir devam filmi de bekleniyor henüz açıklanmış olmasa da. Bu beklentiyi yaratan da Guy Ritchie'nin kendisi.
Arkasından gene Londra ve bir Londra efsanesi geliyor. Bu adam yüzünden Londra'ya gitmeden Londra aşığı oldum diyebilirim. 2009 yapımı Sherlock Holmes filmi gene buram buram klasik Guy Ritchie kokuyor. Başrolde Iron Man ile tekrar ününe kavuşan Robert Downey Jr. ve Jude Law var. Bu filmdeki Sherlock Holmes Guy Ritchie'den nasibini almış eğlenceli ve çatlak bir Sherlock Holmes. 2 dalda Oscar adayı olan film maalesef eli boş döndü 2009 senesinden. Özellikle de filmin müziklerini yapan Hans Zimmer'ın ödülü alamamasına üzüldüm. Evet, aslında Guy Ritchie filmlerini tadını ala ala yaşamanızı sağlayan şeylerden biri olan müzik konusuna ilk kez değiniyorum. Guy Ritchie ile Tarantino'nun benzeştiği bir konu da bu. İkisinin de çok güzel bir müzik zevki var ve filmlerinde sağolsunlar bizi bundan esirgemiyorlar. Bu adamın OST'lerini gözü kapalı alıp keyifle dinleyebilirsiniz. Bu filmin OST'sinde beni en çok etkileyen müzik Not in Blood But in Bond adlı müzik oldu. Burada ufak bir spoiler vereceğim, bu müziğin geçtiği sahnede arka plan patlamaları yok. Onca efektin ve aksiyonun arasında o patlamalar olmadan müzik sizi öyle bir moda sokuyor ki, kemanlar size arka plan seslerini aratmıyor. Bu filmin bir de açıklanmış bir devam filmi var.
Bu giriyi tekrar müsait olunca editlerim, editleyeceğim. Bilgisayarımı istiyorum.

19 Haziran 2010

Yani,

omzumdaki eksiklik olmasan iyiydi.



16 Haziran 2010

Ezel - Bahar Tezcan - Aşk


Bu yazı 32. bölümden tek bir spoiler içermekte olup tamamen de onunla ilgili. Gerçi açıklandı zaten her yerde. Geçen haftadan biliyorduk zaten Sedef Avcı'nın diziyi bıraktığını. Onun için söyledim bile, buradan anlayacağınız üzere Bahar Tezcan karakteri öldü. Nasıl öldü falan gerek yok. İzleyin öğrenin.

Bu dizide bir çok insan Bahar karakterine uyuz olsa da benim dizideki favori karakterimdi. Tefo, Kerpeten Ali falan bunlar hep geyik güzel karakterler. Ama Bahar karakteri benim için özeldi. Peki niye?

Bahar Tezcan saf, kirlenmemiş, içinde ufacık bir kız çocuğu olan bir karakterin Sedef Avcı'nın güzelliğiyle can bulmasından oluşuyor. 32. bölümde neden bu kadar içten sevdiğimi daha iyi anladım. Çünkü onu aslında kendime benzetiyordum ve gerçek hayatta aradığım kadın onun gibi biriydi. Şöyle ki Ezel'e deli gibi aşıktı ve onu elde etmek için savaştı. Ama onun kendisini sevmediğini bildiği halde yaptı tüm bunları. Bütün yaptığı şeyleri karşılık beklemeden, sonunu düşünmeden yaptı. Hani bir sahne vardı, Ezel'in "Nasıl düzelecek?" sorusuna cevap olarak Ezel'in elini tuttuğu sahne. O an böyle içimde bişeyler sezdim normal olmayan. Özlemini çektiğim şey gözümün önünde oynuyordu ve bu hayal değildi, gerçekte de olabilen bir şeydi. Hani kendinizi berbatın da ötesinde hissettiğiniz an, birinin sizin elinizi tutup hiçbir şey söylemeden sizi iyi edebilmesi vardır ya, benim aradığım şeydi o. İşte bunu yapabilmek için sadece sevmeniz yetmiyor. Onu saçma sapan 4S kurallarıyla elinizde tutmaya çalışarak yapamazsınız bunu. Yaptığınız şeyden karşılık bekliyorsanız da yapamazsınız. Bir ilişkinizin olmasına da gerek yok, bunu istemenize de gerek yok. Mutluluk sizin için o an onun elini tutup onun yanında olmak ve onu iyileştirmeye çalışmaksa işte o zaman bunu yapabilirsiniz. O an onun kalbine dokunabilirsiniz. Aşkın tanımlarından biri benim için budur.

14 Haziran 2010

1+1

Evet, bu blog artık şahsi olmaktan tamamen çıkacak kısa bir süre içinde. Tek yazar ben olmayacağım yani, o bakıma. Zevklerine güvenip sevdiğim insanlardan biri bu bloga ortak olacak. Bu ona daha gelmeden hoşgeldin yazısı. Hoşgeldin!!!

Ya bakınıyorum bakınıyorum bir saattir. Bulamadım bir hoşgeldin şarkısı. Ben de Imperial March koymayı uygun gördüm.



The Bounty Hunter

Bu film hakkında çok kısa konuşacağım. Hala izlemediyseniz ve hasta bir Gerard Butler hayranı değilseniz izlemeyin.

Filmin tek artısı arada sırada sizden çıkartabildiği "hehe" efektleri. Güldürüyor bazen yani. Ama onu yapan da Gerard Butler. Gene piç bir karakteri oynamış ve güzel olmuş verdiği tepkiler, laf sokmalar falan. Ama 2 saat boyunca konuşsak ben sizi daha çok güldürürüm. Öyle de bir şey. İzlemeyin. Hitch'in yanına yaklaşamaz öyle yönetmeni görüp de aldandıysanız. Gereksiz uzun, hikayeden cidden bir halt anlamıyorsunuz. Yeter bu kadar kötülediğim, bu kadar laftan sonra izlemezsiniz herhalde.

13 Haziran 2010

True Blood 3. Sezon Başlıyor

Evet, zanettiğimden daha çabuk zaman buldum. Burada 3. sezondan öncesinden bahsedeceğim, yeni bölüm sonrası sezon hakkındaki ilk düşüncelerimi yazarım. True Blood Alan Ball'ın bir kitap uyarlaması. Bu kitaplardan uyarlama diziler genelde başarılı oluyor. Bizdeki klasiklerin evrilip çevrilip dizi haline getirilmesi gibi değil. Bizde de başarılı örnekleri var tabi. Aşk-ı Memnu'ya bok atamıyorum misal(belli başlı saçmalıkları ve basit hataları dışında). Onun da finali geliyor, ama başlığımız True Blood. Şimdi Bill Compton anlatırken birden Behlül Ziyagil anlatmak olmaz sanırsam. Dönelim konumuza. Tabi True Blood'ın efsane açılış videosu eşliğinde. Bad Things hakikatten çok iyi uymuş bu diziye.



Evet, dizi ile ilgili yapılan en büyük eleştiriye bir kulak verelim:

Dizide güzel kadın yok!!!

Hiç mi yok? Var ama ucundan. Yani başrolde daha önce X-Man'den, dandik bir Hallowen filmi olan Trick 'r Treat'ten bildiğimiz Anna Paquin var. "Vücudu güzel yea" diyenler olabilir, o zaman onlara Spartacus Blood and Sand'den herhangi bir hatunun Sookie rolünü daha başarılı oynayabileceğini söylemek durumundayım. Bu dizinin cast seçimi bildiğin dişiler düşünülerek yapılmış. Alexander Skarsgard denen yarı roman tanrısı heriften başlayıp azalarak devam ediyor aktörler. Dizideki kadın oyunculara bakarsak gider skalasında üst sıralarda yer alabilecek bir kaç isim daha vardı, ama onlar da Jason'la yattıktan sonra öldüler. Spoiler oldu lan bu sanki? Neyse önemsiz. Şu dizide iki tane kozumuz kaldı, biri Deborah Ann Woll, diğeri de Marlon Manson'ın sevgilisi olarak da bilinen Evan Rachel Wood. (2. sezon hafif spoiler) Ama onun da rolü kadınsı değil de, daha bir çocuksu. Yakın yaşlardaki iki karakterden Godric olgunluğun dibine vurmuş ve tam bir ilahken, Sophie'yi 13 yaşında kız çocuğunun ruhuna sahip. (spoiler bitti)

Peki bu neden bu kadar battı bana? Yani madem hatun izlemek istiyorum, porno izleyeyim. Yo dostum, ben sadece adalet istiyorum. Adil bir cast dağılımı olsun istiyorum. Diziye Ashley Green gelsin istiyorum. Çok mu şey istiyorum?

Bu konu üstünde fazlası ile durdum, aslında başka da konuşmak istediğim konu yok pek. Dizi vampir furyasında ortaya çıkmış diziler içinde hoş olanlardan. İçerdiği cinsellik +18 uyarısını hakediyor. Başta çok hoşlanmasanız da zamanla içine çekiyor dizi. Onun için tavsiyem 2 3 bölüm izleyip bırakmamanız.

3. sezonu beklerken çıkardıkları posterleri beğendim. Yaratıcı olmuş cidden. Bir kaç örneğini aşağıda bulacaksınız.

"Waiting sucks"





*VILF= Vampire I'd Like to Fuck

Dinliyor musun? Peki duyabiliyor musun?



10 insana müziğin hayatlarındaki yerini sorsak, 5'i müziksiz yaşayamam der. En az tabi. Diğer 5'ten de 4'ü dinlerim, tek kalan çıkıntı da olsa da olur olmasa da olur der. Ama o çıkıntı da 100 kişiden birinde çıkar. Neyse yüksek istatistik bilgilerimi bir kenara bırakıp konuya geliyorum.

Hani müzik dinliyoruz ya biz, hakikatten dinliyor muyuz yoksa dinliyormuş gibi mi yapıyoruz? Müzik dinlemenin birden çok şekli var bence. Şöyle ki misal sessizliği bozsun, mal mal oturmayayım aynı zamanda hoş bişeyler açayım diye dinleyenler var.
Örnek vermek gerekirse ders çalışırken müzik dinleyen insanlar. Müzik dinlemek onlar için ikinci plandadır o an. Tamamen sessizliği sevmemelerinden ve alışkanlıktan dolayı dinledikleri şeyleri dinliyorlardır. Müzik algısı çok düşüktür. Sözleri anlamazlar, sadece ana melodiyi duyarlar falan. Test edebilirsiniz kendiniz.

Kendimden örnek vereyim, oyun oynarken arka planda müzik varsa sadece biraz etkilesin diye açmışımdır. Çünkü dinlemesem de, beynim onu algılar. Bir şekilde etkilenir falan filan. Onu aslında dinlemiyorumdur ama.

Peki nasıl müzik dinlenir? Hangi müzik gerçekten dinlenmeye değerdir? Bak bu ikinciyi bu yazıda ilk kez sordum. Hemen cevaplıyorum kendimce, neyi seviyorsanız o dinlenmeye değerdir. Neyi istiyorsanız dinlersiniz, kimse bir şey diyemez. Ama, evet ama. Şimdi kaliteli müzik var, kalitesiz müzik var. Sürekli olarak aynı tarzda basit melodilerle giden bir albüm dinlemenin sizin zevkinizi geliştirmesini beklemeyin. Ne beyninizi geliştirir ne kulağınızı. İlla birden fazla enstrüman mı olması gerekir peki? Hayır, solo gitar da fazlasıyla derin olabilir. Söz kısmına pek değinmiyorum, zira bambaşka bir konu o.


Hakettiğini düşünüyorsanız müziği bir işin yanında dinlemeyin. Müzik dinlemek başlı başına bir iştir. Yan iş değil. Oturun, gözlerinizi kapatın ve dinleyin. Sadece dinleyin. Sonra o notaların size anlatmak istediklerini duyun. Duymak, işin özü burada aslında. Müziği sadece dinlemeyin, onun anlattıklarını duyun. İşte şimdi gerçekten dinliyorsunuz.

11 Haziran 2010

Hissettirmek-Reklamcılık

Görsel reklamcılık mühim bir şey malum. Sadece resimlerle ve yazıyla bir şeyleri en dikkat çekici şekilde anlatmaya çalışıyorsunuz. Daha sonra daha güzel şeyler yazarım reklamcılık hakkında. Ama aşağıdaki reklamı takdir ettim ve bloga koymaya karar verdim. Linkten resmi edinebilirsiniz, bloga koydum ama sonra uyuz olup kaldırdım.