Bir elbisenin üstünüze oturması, terzinin onu sizi düşünerek yaptığı anlamına gelmez. Otu boku üstüne alınma yani.
Yiğit

31 Mayıs 2010

#Female Vocalists - Beth Rowley



Evet. Sonunda uzun süredir aklımda olanı gerçekleştirip müzik hakkında bir şeyler yazabileceğim. Müzik hakkında boş boş yazmak istemediğinden hazırlık yapmam gerektiğini düşünürüm. Ondan dolayı da vakit aldı. Aşağıda bir yerlerde John Mayer yazılacak olarak duruyor mesela. Gerçi bunda finallerin de etkisi var. Zevzekliği bırakıp bu yazının asıl amacına gelelim.

Benim Lastfm'imin taglerinde hep taşan bir bölüm vardır ki o da "female vocalists" etiketi. E müziksel işlere de bununla başlamayı uygun gördüm.

Benim female vocalists fetişim nereden çıktı, oradan başlayalım. Her şey bir gün Yasmin Levy'yi keşfetmemle başladı. Benim için female vocalists deniyorsa müzik tarzı çok çeşitli olabilir, caz, soul, etnik vb gibi. Tür ayrımı yok. Ama neden male değil de female olduğuna gelince asıl iş etnik ve soul kısmıyla ilgili. O tarzların vokalleri arasında bayan vokaller hep daha çok ilgimi çekmiştir. Sebep? Kişisel nedeni bilinmeyen şeyler arasında sebebi. Çok düşünmedim üstüne. Kendi kronolojik sıralamamla değil de, kafama estiği gibi yazacağım tek tek. Bu başlıkta inceleyeceğim melek ise Beth Rowley.





Bazı insanların hani seslerine aşık olursunuz ya, şeklini şemalini bilmeseniz de sesi öyle bir etkiler ki bildiğin aşık olursunuz kapılır gidersiniz. Beth Rowley bunlardan ilki. Kendisi ile tanışmam Lastfm sayesinde oldu. Biraz magazinsel, biraz sanatsal gidelim bakalım.

1981 Lima-Peru doğumlu Beth İngiliz. Evet, o da İngiliz. Sonra neden İngilizlere karşı sempati oluşmasın insanda. Şimdi İngiliz müzisyenlere girersek konu dağılır toparlayamayız. Neyse. Beth 2 yaşındayken İngiltere'ye döner ailesi. Müziğe başlamasında ve bugün yaptığı müzikte ailenin etkisini bariz bir şekilde görebileceğimiz insanlardan. Ailesi blues'dan caza, country'den folk'a bir sürü müzik tarzını dinleyen insanlar. Haliyle Beth de kulağı da bir çok müziğe aşina olarak büyüyor. Müzik yaşantısına profösyonel olarak ilk atılması 16 yaşında kurduğu bir funk, soul, caz grubu ile oluyor. Bundan bir sene sonra Londra'da Ginklik adlı klüpte çalışmaya başlıyor.

Kendisi aynı zamanda bir mektepli. Weston-super-Mare Koleji'nde müzik ve sanat okuyor. Daha sonra 2003'te Brighton Modern Müzik Enstitüsü'e gidiyor. Burada okuduğu zamanlarda aynı zamanda Ronan Keating ve Enrique Iglesias ile geri vokal olarak konserlere, turlara katılıyor. Öğrenimini görürken müziğinin gelişmesine katkı sağlayan isimlerden biri de Carleen Anderson. Kendisi de soul, acid caz tarzı müzik yapıyor, haliyle etkileşim kolay oluyor.

Sonra ise caz saksafoncusu olan Ben Castle (Roy Castle'ın oğlu) ile birleşip Jamie Cullum ile çalışmaya başlıyorlar. Ben Castle'ın da teşvikleriyle kendi parçalarını yazmaya ufaktan başlayıp, 2004'te ilk EP'si olan Beth Rowley'i çıkarıyor. Bunu sonraki senelerde Sweet Hours(2006) ve Violets(2007) izliyor. Violets EP'sinde de yer alan "Nobody's Fault But Mine" şarkısını single olarak çıkardıktan sonra parça iTunes Single of the Week oluyor. Sonra bir kaç sanatçının-grubun çalışmalarında yer alıyor.

Sene 2008 (26 Mayıs) olduğunda ilk albümü olan Little Dreamer'ı piyasaya sürüyor. Oh My Life adlı parçası bundan bir hafta sonra BBC Radio 2 Record of the Week sıfatını kazanıyor. Parça Mart ayının başında ilk olarak çıktığı için en iyi 100 listesine giremiyor.

Albüm için kısa bir özet geçmek gerekirse, sürekli akan ama bir türlü denize dökülemeyen bir ırmağın sonunda tüm biriktirdikleriyle beraber denize dökülmesi gibi diyebiliriz. Kullanılan enstrümanlarla, düzenlemelerle, kayıtlarla ilgili söylenecek fazla bir şey yok. Çok güzel bir iş çıkarılmış ortaya. Şimdilik "keşke şöyle olsaydı" dediğimi hatırlamıyorum bu albüm için. Olduğu gibi güzel.

Gelelim kendisinin bundan sonra yaptığı diğer işlere. Kendisi sinema alanına da ufaktan el atıyor. Keira Knightley'nin oynadığı The Edge Of Love filmine Careless Talk adlı parça ile katkıda bulunuyor. Daha sonra ise 2010'da üç dalda Oscar adayı "An Education" filminde bir sahnede caz sanatçısı olarak klüpte şarkı söylerken görüyoruz kendisini. Video linkinden izleyebilirsiniz. Buraya yüklemeye çalıştım ama 10 defa sorun çıkardı. Sonra tekrar denerim. Son olarak kendisinin ne kadar bulaşıcı olduğunu kanıtlamak amacıyla aşağıdaki resmi ekliyorum. Andaç ve benim Beth Rowley'nin Lastfm sayfasından alınan bir resmimiz.






Bu isimlerse haklarında yazmayı düşündüğüm diğer bayan vokaller. Unutmayayım diye burada saklı kalsın.

Norah Jones
Melody Gardot
Beth Rowley
Concha Buika
Madeleine Peyroux
Katie Melua

29 Mayıs 2010

Flashforward




Öncelikle dizi bittiği için ABC denilen kanala feci kızgınım. Çok sardırmıştım ben, hatta Spartacus The Blood and Sand de bittikten sonra hafta hafta takip ettiğim (Ezel dışında) bir tek bu dizi kalmıştı. Bu Ezel mevzusunu da başka bir yazıda inceleyeceğim. Şaka gibi, mis gibi diziyi bitirdiler. Ama bitmez bence, öyle umut ediyorum yani. Başka bir kanal alır. Zira hakikatten çok açık kapı bırakmışlar. Gelsin final spoilerları ve gördüklerim.
-spoiler-
*Basitinden başlayalım. Afganistan'daki abimiz Aaron kızını kurtardı, eyvallah. Ama biraz abartı oldu. O kadar feyke gerek yoktu bence. İçimizden "Lan bak bi öngörü daha gerçekleşmedi" diye düşünürken indirdiler solu. Ama gereksizdi.
*Doktor bozuntusu var ya bir adet, Bryce. Mis gibi kızı bırakıp elin caponuna koştun ya, o bayılma günü kafana sıksaymışsın keşke. O kadar netim.
*Simcoe, tarla faresi gibisin. Demetri gibi ne yaptığını ben de anlamadım. Janice var bir de, onun da oğlu olacakmış tamam da, en son bir bölüm önce Simcoe ile yatan hatunun gelip Janice'i alması ne iş? O kadın o kadındı yanlış bilmiyorsam.
*Wedeck, adamımsın. O ne karizmatik duruştu öyle tuvalette? 10 numara karizma abimizsin.
*Hayvanlar neden bayılmadı lan? Köpeği geçtim de kanguru ne iş lan gene? Olum yapmayın ya, neden kanguru? Neden koala falan değil de kanguru? Ne özelliği var? Bittiğine sevindirtmeyin adamı. Açık açık söyleyin. Ekstra bölüm çekip internetten yayınlayın. Ama "Mark öldü mü ölmedi mi" den çok beni ilgilendiren şey o kanguru artık.
*Charlie, bit my finger please. Sen ne taş bişey oluyorsun öyle? Maşala maşala. Dylan seni kaçırmaz tabi artık ondan sonra.
*Mark, ortaya karışık bir karaktersin sen. Biraz Michael Scolfield, efenime ne söyleyeyim birazcık Rambo öyle garip bir şeyler. O kadar adamı hakladın. Sen o telefon numarasını, asansör numarasını yaparken kendimi Thief oynar gibi hissettim. Öldün mü ölmedin mi bilmiyorum ama o an oradan sağ kurtulman imkansız olsa da ölmediğini düşünüyorum. Abi diyelim ki uçtu, tam havada yakaladı helikopteri. Eee? Helikopterde otomatik pilot var mı? İnsin kendiliğinden.
*Ekstra detay için tekrar durdura durdura izlemem lazım, sonradan tekrar düzenlerim zaten. Ama teorilerimi de yazayım ayıp olmasın. Hani o mektup tarihi farklı, kutlama tarihi farklı ya. Bence mektup önceden yollandı, tarih o gördüğümüz tarih. Yani mektup illa o an ulaşacak diye bir şey yok. Hepsi gene aynı tarihi gördüler. Kaç hatırlamıyorum şimdi. Saat olmuş sabah. Mazur görün düzeltmeye kadar.
-spoiler-

Bu dizi böyle bitmemeli. Oyuncular yeni dizilerle anlaşmış bile deniyor ama olmamalı. Yani bir şekilde 2. sezon çekilmeli, ve orada bitirilmeli mis gibi. Aklımızda soru işareti kalmadan.

26 Mayıs 2010

15 Minutes ve Medya




Spoiler yok.
"Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak" sözü filmin çıkış noktası.
Bu film hakkında yazı yazacağımı düşünmüyordum ama kısa da olsa bir şeyler yazmak istedim film ve en azından anlatmak istedikleri hakkında. D&R'a girip gene acaba 5 liralık filmler içinden güzel film bulabilecek miyim diye karıştırırken Robert De Niro'nun ve bir yerlerden hatırladığım ama tam çıkaramadığım bir adamın filmini gördüm. Alayım madem dedim büyük oranda Robert ağabeyin hatırına. Adını hatırlayamadığım aktör de Saving Private Ryan'da oynayan Edward Burns imiş. Sonradan IMDB sağolsun öğrendim. Bu eski filmleri izleyip şimdi ünlü olan insanları yan rollerde görmek ile ilgili bir şeyler daha yazacağım. Zira bu filmde bir benzeri daha var. Bir sahnede kızıl taş gibi bir hatun görüyoruz. Durdurdum filmi baktım. Lan dedim, Charlize Theron bu. Yok ama, hiç hatırlamıyorum. O olamaz, ama benine kadar aynı be abi(benine kadar biliyorum bak, o derece) şeklinde söyledim ve gene IMDB'ye başvurdum. Oymuş hakikatten. Rock'nRolla'daki Rus milyarderi görmek de eğlenceliydi tabi. Charlize Theron'un Sicilinde Devil's Advocate gibi bir film de varmış o zamanlar ama bu ufak rolü kabul etmiş. Vay anasını dedim. Vardır bişeyler de bilmiyoruz biz tabi. Zira oluyor böyle kankasının filminde ufak rollerde oynayan aktörler/aktrisler eğlence amaçlı. Confessions of a Dangerous Mind adlı George Clooney'nin çektiği filmde Brad Pitt'i 3 saniye kadar bir yerde görmemiz gibi. Mevzu bu kadar önemsiz olunca spoiler vermek istemiyorum vermedim de. Neyse, dönelim filme. Aldım eve geldim IMDB puanına baktım 6.1. E düşük geldi biraz. Çekindim bi iki gün bekledim izlemek için. Ayrıca filmi yer yer televizyonda da izlemişim, bazı sahneleri izleyince hatırladım. Aslında bir sahne kazınmış aklıma. Robert De Niro'nun kaçan elemana parka girerken ateş ettiği sahne. Abimiz ne kadar karizmatikse bundan önceki senelerde "lan bu sahne neredeydi?" diye düşünmüşlüğüm var. Film dışında her konudan bahsettik ha. Neyse. Puan mevzusu. Valla tamam 10 üzerinden 10 alacak bir film değil, ama ben 7.5 veririm. Ama Amerikalı olsam ben de düşük puan veririm. Zira medyanın neler yarattığını çok iyi gösteriyor bu film. Birileri neyi isterse onlar gösteriliyor. Sansür dediğimiz şey hani. Sansür öyle İnci Sözlüğün yaptığı gibi ana avrat küfür edebilme özgürlüğünün elinden alınması değil. Onlar eleştiriyor kendilerince ama bu değil sansür. Daha ötesi. Bugün yaşanan bir olaydan birileri zarar görecek diye o haberin istemdışı yayınlanamaması da sansür. Sadece sigaraya gelen mozaik efektleri değil. Hatırlayın Cem Garipoğlu olayını. Şu ülkede ailesini katleden insanlar var bir anlık sinirle, ama hiçbiri bu kadar gündemde kalamadı, insanlar bu kadar nefret etmedi onlardan. Neden? Çünkü C. G. zengin aile çocuğuydu. Zenginler öyle her canının istediğini yapıp kurtulamazdı. Adaletin kanıtı olacaktı bu. Bakın, adalet karşısında herkes tarafsız. İyi de gene taraf tuttunuz? Adam zengin çocuğu diye ağzına sıçtınız afedersiniz. Bu yazıdan onu haklı gördüğüm çıkarılmasın, zaten konumuz da medya. Bu etki nerden geldi peki? Gazetelere anasayfadan basılan fotoğraflar, adliye çıkışı görüntü almak için kapışmalar... Medyanın etkisi böyle bir şey işte. İnsanlar televizyondan öğreniyorlar her şeyi. Ama orası ne kadar tarafsız? Biz olayları kimin gözünden görüyoruz? Hangi gözle bakıyoruz aslında? Bu filmde bunları görebiliyorsunuz. Tabi bir de Amerikan rüyası var. Gerekli lafı sokmuşlar zaten filmde: "You Americans are just pussies without your misilles and money".

İzlenebilecek bir film, izleyebilirsiniz en azından Robert De Niro'ya güvenin. "Sana puanım 7.5 kanks" geyiklerine girmeye gerek yok. O kadar yazıyoruz, puana ne hacet. Neyse verdiğim paraya acımadım işte.

"Here's your 15 minutes"

23 Mayıs 2010

Avatar



2009 senesine damgasını vuran filmden bahsediyoruz. Her ne kadar Hearth Locker adlı film Oscar töreninde James Cameron'ı apıştırsa da Avatar mühim bir film görsellik konusunda. Gönül isterdi ki 3D izlemiş gibi anlatayım, ama maalesef. Yalnızca şunu söyleyebilirim, ben normal haliyle bu kadar etkilendiysem 3 boyutlu hali nasıldır kimbilir.

Film öyle bir film ki, çekmek için kendi teknolojisini yaratmış ekip. Bilmem kaç sene beklenmesinin sebebi o. Maliyeti hallice olmuş zaten bundan dolayı, ama değdi mi değdi.

Film hakkında konuşulan başlıca konular:
1- Çalıntı senaryo
2- Siyasi mesajlar
3- Görsellik

Görüldüğü üzere oyunculuktan falan bahseden yok pek. Çalıntı senaryo denmesinin sebebi bu linkteki özette var zaten. Var mı benzerlik? Reddedilemeyecek düzeyde evet. Kararı siz verin, ama ben dozu biraz kaçmış esinlenme derim. Bir şeyi silmek o kadar kolay olmamalı zira. Pire için yorgan yakmak olur yoksa.

Siyasi mesajlar da işte bu benzerlikten geliyor biraz. Amerikalıların Kızılderililerden/Iraklılardan özrü gibisinden. Kimisi öyle diyor kimisi böyle. Bence asıl mühim olan insan ırkı olarak neye elimizi atsak bok etmemiz kısmı. Ağaçlık alana pikniğe gidip "oh valla doğa gibisi yok" deyip, ondan sonra üstüne otel dikeceğim diye orman yakmanın ikiyüzlülüğü gerçeği var. Aynı adamların villaları yeşillikten geçilmiyordur eminim.

Görsellikse en mühim kısmı bana göre. O an o dünyanın içinde olmayı kim istemedi? İkranlara binip uçmayı kim hayal etmedi(yükseklik korkusu olanlar bu soruyu cevaplamasın)? Bana sualtı dünyasını anımsattı o dünya. Renk cümbüşü, farklı farklı yaratıklar falan. Öyle renk cümbüşünün, doğa güzelliğinin dünya üzerinde görülebileceği en baba yer su altıdır bence. Birincisi doğal, ikincisi insan eli pek değmemiş. Yani kısmen en azından.

Hikaye Pochantas, The Last Samurai vb ile aynı evet. Ama yapmayın diyorum gene. Filmi bu kadar basite indirgemeyin "senaryo sıfır olmamış film" demeyin. O belgeselvari yakın plan hayvan çekimlerinde hakkaten "vay anasını" dedim, kim demedi ki? O kadar hayvan gördük, hepsi de ince ince işlenmiş. Jake'in verdiği tepkilerin aynılarını izlerken biz de veriyoruz. Film sanal ortamda yaratıldığından mütevellit sanal kamera ve kamera açıları kullanılmış. E bu da hikayenin ve görselliğin içine girmenize katkı sağlamış haliyle. Çığır açmak böyle bir şey. Bundan bir 5 10 sene sonra göreceğiz aslında bunu, ne kadar etkilediğini. Star Wars, Jurassic Park, The Lord of The Rings Trilogy derken şimdi de Avatar. Git gide görsellik işi ilerliyor, bizlere vay anasını dedirtiyor. Bilimkurgunun gözünü seveyim diyor insan böyle durumlarda işte. Hayalgücü sayesinde sinema görselliği artıyor. Filmde bayıldığım bir unsur da örgüsaçların arasından çıkan USB bağlantı görevi gören şey. Hakkaten ne güzel olmaz mıydı be? Spoiler uyarısı vermedim, zira spoiler vermedim bence. Varsa bi not bırakın vereyim spoiler uyarısı.

19 Mayıs 2010

The Life of David Gale(2003)




Bu yazıda spoiler kısımlarını ikiye ayıracağım. Biri aslında değinmek istediğim, filmde muhabbeti geçen ama okunabilecek spoiler’lar. Okusanız da bir şey kaybetmezsiniz. Diğeri de bildiğin spoiler. İzlemediyseniz okumayın. Ama diğerlerini gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.
Bu kadar güzel olup da bilinmeyen ender filmlerden. Oyuncularına rağmen popüler değil. Bazı alıntılar yapacağım, alıntı yaptığım yerleri de belirteceğim. Oyunculardan ve yönetmenden başlayalım. Alan Parker, Türkiye'de The Midnight Express'ten tanınan yönetmen. Floydian'lar Pink Floyd The Wall'dan biliyor olabilirler. Başroldeki iki oyuncuya bakınca zaten bir seviniyor insan. Biri Kevin Spacey, artık onun filmlerini izlerken "yok artık" demeye alıştık film sonlarında. Burada da pek farklı değil. Özellikle bazı sahnelerde yardırmış da yardırmış. diğeri de Kate Winslet. Bu garip çekiciliği ve on numara oyunculuğu olan şahaneye zaten bir çok filmden hastasınız. Bir diğer aktris ise yan rolde oynuyor diyebileceğimiz Laura Linney. Bunların dışında değinmek istediğim bir insanüstü varlık var ki Rhona Mitra. Berlin karakterine hasta olma sebebi. Onun dışında diğer filmlerde aynı etkiyi yaratmadı belki ama buradaki şuh karaktere insan bi “oyhş” diyor. Film hakkında kısa bir önbilgi verecek olursam: felsefe profesörü olan bir idam mahkumunun son 4 gününün 3 gününde günde 2 saat, hayat hikayesini bir gazeteciye 500.000$ karşılığında anlatmaya karar verir. Gazetecimiz kaynaklarına bağlılığı adına mevzu çocuk pornosu bile olsa isim vermeyerek 1 hafta hapis yatmakla ünlenmiş Bitsey Bloom. Felsefe profesörümüz ise daha önceden tecavüz ile suçlanmış, Teksas’taki ölüm kararlarını eleştirip kaldırılması için mücadele eden Deathwatch adlı bir topluluğun önemli üyelerinden. Bu kadar bilgi yeter.
-Okunabilir Spoiler İçerir-

Film sadece hikayesi ile değil, replikleri, atışmaları ve bazı sözleri ile de etkiliyor. Bazı sahneleri, cümleleri geri sarıp tekrar dinlemek-izlemek isteyebilirsiniz ki ben yaptım. Bu sahnelerden ilki Betsy ile David'in tanışma sahnesinde David'in söylediği şu sözler:
-No one who looks through that glass sees a person. They see a crime. I'm not David Gale. I'm a murderer and a rapist... Four days shy of his execution.
Yani diyor ki; bu camın arkasından bakanlar bir insanı görmezler, onlar suçu görürler. Ben David Gale değilim, ben ifazına 4 gün kalmış bir tecavüzcü ve katilim.
Bu cümleler zaten girişte insana bir koyuyor. Hakikatten suçlu psikolojisini çok iyi yansıtmış. Bir insan hakkında çok kötü bir şey biliyorsanız, sonradan bu yanlış çıksa bile o insan baktığınızda ilk aklınıza gelen şey odur. Önyargı diyeceğim, ama nedeni belli önyargı biraz. Yani bir sebep var, ama gene de tam olarak hafifletemiyor düşüncelerimizin ağırlığını.
Hemen ardından gelen flashback'teki sahnede geçen muhabbeti şahsen ben iki kere izledim. Zira hakikatten çok güzel.
-"Fanteziler gerçek dışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil; onun fantezisidir. İstek, çılgınca fantezileri destekler...
'Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz' derken Pascal'ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle 'avlanmak, öldürmekten daha zevklidir' ya da 'ne dilediğine dikkat et' deriz. Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.
İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir.
Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir." (ekşi sözlük, ankrakt'tan kopyalandı ve düzeltildi)
Doyumsuzluğu açıklama konusunda güzel bir yazı da olmuş bu. Bak beyaz'ın küvet hikayesinde de vardı bu olay. Okuyanlar bilir, okumayanlar “küvet Beyazıt Öztürk” şeklinde bir arama yapsınlar Google'da bulurlar. Her şeyi devletten beklemeyin.
Hani platonik aşık olduğunuz insanın peşinden koşarsınız, koşarsınız, koşarsınız. Reddedilirsiniz, tekrar reddedilirsiniz, tekrar tekrar reddedilirsiniz. Sonra bir gün aşkınız karşılık bulur, ama o uzun zamandır beklediğiniz aşk sizi mutlu etmez. Neden? Çünkü aslında siz o kıza-erkeğe değil, onun ulaşılmazlığına, onun fantezisine aşık olmuşsunuzdur. "ne dilediğine dikkat et" çünkü dileğin gerçek olduğu zaman sandığın kadar mutlu olmayacaksın. Kendi çıkarsamalarınızı yapabilirsiniz.
İkinci paragrafı ağır spoiler kısmında inceleyeceğim.

David Gale'ın laf sokma konusunda ne kadar usta olduğunu zaten filmin başından itibaren anlıyoruz. Arada gene hoş sahneler var. Ama en komik sahnesi benim için Teksas valisine verdiği ayarlar dizisidir. Sonradan bozmasa çok güzel olacaktı.
-Gandhi demiş ki "eski göze göz yasası hepimizi kör" eder.
+Üzgünüm ama bu saçma bir liberal düşünce.
-Buna inanıyor musunuz?
+Evet
-İlginç. Çünkü bunu ilk seçim kampanyanızda siz söylemişsiniz. (varan bir)
.
.
-"Sağlıklı bir toplum kendini kötülüklerden arındırmak için durmadan çalışmalıdır."
+Evet. Buna katılıyorum. Bunu da mı ben söylemişim?
-Hayır, Hitler söylemiş.
Buradaki surat ifadeleri hakikatten çok iyiydi. Bir bölümde de Kubler Ross'un ölümün beş evresini (ki benim geçen seneki final sorularımdan biriydi) sayıyorlar. Onu yazmayacağım buraya. İsteyen arasın bulsun gene. Alıntılarım bu kadardı.

Ağır Spoiler
Yukarıdaki ilk alıntının ikinci paragrafı ise aslında David ve Constance ile ilgili tamamen. Zira onlar hayatlarını başka insanları kurtarmak adına feda etmişlerdir. Gerçek anlamda. Özellikle David'inki, oğlunun kafasındaki iyi baba figürünü korumak, onlara güzel bir gelecek sağlamak adına ölmüş ve o aldığı parayı da eski eşine göndermiştir, suçsuz olduğunu kanıtlayan Berlin'in gönderdiği kartpostal ile birlikte. Bencil bir yaşam sürmeniz, sizin hayatınızı önemli kılmaz.

filmin direkt sonuna atlıyorum, zira filmi sahne sahne anlatmayacağım. Hayatlarını başka insanları kurtarmak ve onlara yardım etmek için adayan iki insanın, amaçlarına ulaşmak için kendi hayatlarını vererek ve bunun neticesinde hayatlarını değerli (kendileri için mükemmel bir son) kılarak ölmelerini izliyoruz. David'in son yemeği bile oğlunun ondan sabah kahvaltısı için istediği yemekle aynıydı. Biri hasta ve ölecek, diğeri ise tüm statüsünü, insanların gözündeki değerlerini kaybetmiş iki insanın hayatlarını tekrar değerli kılmak için ölürken şov yapmalarını izliyorsunuz. Yaşamaya devam etseler, bu kadar güzel bir final yapamazlardı hayatları için.

Sonda Kevin ağabeyin yaptırmasına alışık olduğumuz tepkileri verdik gene. Bu adam bir filmde oynuyorsa, o filmin sonunda oha deme ihtimalinize İddaa'da 1.05 oran verirler.

Son olarak: siz diğer insanlar için, inandıklarınız için neler yapıyorsunuz?

Spoilerlar bitti.

Filmde geçen düşüncelere dikkat edin. Çünkü filmi benim açımdan asıl özel kılan şey bu. Güzel oyunculuklar, iyi senaryo ve şahane diyaloglar… Değinecek daha şeyler var, ama hepsini ben anlatırsam size ne kalacak?

16 Mayıs 2010

The Prestige



Spoiler kısmına girmeden önce bu girinin tahminimce uzun olacağını, birden fazla bakış açısından inceleyeceğimi söyleyip uyarmak isterim. Bu filmin fragmanını ilk gördüğüm zaman "bu filme gitmem lazım" deyip gidememiştim. Daha sonra sürekli gittiğim cd'cide filmi görüp direkt almış, filmi izlemiş ve ertesi gün tekrar izlemiştim. Film gerçekten hemen tekrar izleme isteği uyandırıyor ki bunu senaryoyu okuyup aynı şeyi yapmak isteyen Christian Bale de söylüyor. Bu filmden önce film izlerdim, izlediğimi düşünürdüm ama asıl bu filmden sonra sinema ile ilgilenmeye başladım diyebilirim. Bundan dolayı benim için dönüm noktası denebilir.
Filmin materyallerine bakalım. Yönetmen Christopher Nolan. Memento adlı gene senaryo işleyişi bakımından özel denebilecek bir filmin yönetmeni. Senaryoda kardeşi ile birlikte çalışmışlar. Oyuncu seçimlerine bakalım. Başrollerde Hugh Jackman, Christian Bale, Scarlett Johansson ve Michael Cane. Onların yerine başkaları oynayabilir miydi, bunu yönetmen bilebilir ama kimse sırıtmıyor, bilakis tam oturuyor. Bir de başrolde yer almayıp nicola tesla rolünü oynayan David Bowie var. Nolan bowie'nin ilk ve tek tercihi olduğunu ve zor da olsa ikna ettiklerini söylüyor.
-spoiler kısmı-
Are you watching closely?

Film aslında bir sihirbazlık gösterisi. Size daha başta şapkaları gösterip ipucu veriyor filmin devamı ile ilgili. Daha sonra Caine'in sesinden sihirbazlık ile ilgili önemli anlatımı duymaya başlıyorsunuz ki bu anlatım film için de tamamen geçerli. Önce vaat kısmı, size bir şeyler anlatılıyor. Daha sonra dönemeç geliyor. Sihirbazlık numarası gerçekleşir, ama izleyiciler tatminsizdir. Siz hala borden'ın nasıl eşinin evine birden girdiğini, o numaraları nasıl yaptığını bilmiyorsunuzdur. Tatmin olmazsınız. Sonra prestij bölümü gelir. Filmin sonunda borden'ın ikiz olayının anlaşılması ve mühendisinin ve Borden'ın aslında her ikisi de olduğu gerçeği. Prestij bölümünden sonra alkış geliyor. Sherlock Holmes'u izleyenler varsa (spoiler gelecek) filmin sonunda lordun yaptığı şeylerin aslında sihirbazlık değil de, oyunlar olduğunun açığa çıkarılması gibi. Eğer doğaüstü güç olarak bırakılsaydı, kimse tam olarak tatmin olmayacaktı.

Film içinde aslında bazı göndermeler var. Borden ve Nicola Tesla benzerliği mesela. İkisi de işinde usta, deha ama ikisi de reklam yapmayı, şovmenliği bilmiyor. Angier ile de Edison benzerliği. Rakibinden kopyalıyor yaptığı şeyleri ama öyle bir süslüyor ki, rakibinden daha üstün konuma geçiyor. Aslında biraz da Tesla Edison kapışmasının etkisi görülüyor gizliden gizliye. Değeri bilinmeyen Tesla'nın biraz daha tanınmasını sağlaması ve Edison'un oyunlarını ortaya çıkarması açısından da gerçekten yapıcı bir özelliğe sahip. Angier'ın Tesla'nın şovuna gitmesini hatırlarsanız oradaki Edison'un adamını farketmişsinizdir. Kalabalığı galeyana getirip "patlayacak" diye haykıran yavşak edison'un adamıydı işte.

Gelelim filmdeki insani duygulara. Bir obsesyon. Bu obsesyon ikisinde de var ve ikisinin de hayatını mahvediyor. Angier takıntısı yüzünden tüm dünyayı dolaşıp sonunda kirlenmeyen ellerini kendisini öldürebilecek kadar kirletiyor, Borden'ın takıntısı ise hayatına mal oluyor. Öyle bir kapışma ve yarış ki bu, ikisi de canından oluyorlar. Borden'ın sırrını açıklayan kağıdı Angier'a vermesi ve Angier'ın o kağıdı yırtması güzel de bir ironi aslında. Yırttı çünkü onun şovu Borden'ınkinden daha iyiydi. Amacına ulaşmıştı öyle ya da böyle. Obsesif oldukları konu sadece birbirlerinin sırlarını öğrenmek değil, birbirlerinden daha iyi olmaktı. Scarlett johansson'un oynadığı karakteri (adını hatırlayamadım) her ikisinin de kaybetme sebebi obsesyondu.

Filmi asıl etkileyici kılan şey ise fedakarlık tabii ki. Fazla bahsetmeye gerek yok bu konuda. İkisi de öyle fedakarlıklıklar yapıyorlar ki şovları, daha iyi bir sihirbaz olabilmeleri için hayatlarına mal oluyor. Birisi karısını kardeşiyle paylaşmak zorunda kalıyor, diğeri ise kendisinin mi ya da diğer kendisinin mi öleceğini bilmeden o numarayı tekrarlayıp duruyor ve her gece kendini öldürüyor. Borden'ın ikizinin parmaklarını sırf bu numara için kesmesi etkileyiciliği bayağı bir arttırmış fedakarlık konusunda.

Film 1900 lerin başında ve civarında gezdiği için o döneme ait tabi. Ama yönetmenin seyirdefterinde izleyebieceğiniz gibi dönem filmi olmaması için uğraşılmış da. O döneme ait bilginiz varsa göndermeleri ya da en basitinden kıyafetlerdeki incelikleri anlayabiliyorsunuz. Yoksa haliyle sadece güzel gözüküyor.

Film çekim tekniği ile ilgili de bir kaç şey söylemek istiyorum. Kamera açıları 3. insan gözünden hep. Kameraman omzunda kamera ile çekmiş ki bu sizin filmin içinde biraz daha onlar gibi hissetmenizi sağlıyor. Bazı sahnelerde(ilk su tankı numarasından sonra atışmaların olduğu sahne misal) 360 derece ile çekimler yapılmış. Odanın bir köşesinden değil de oyuncuların ortasından görüyorsunuz. Film izlediğiniz gibi (izlemediyeniz buraları okumadığınızı farzediyorum) iki karakterin gözünden ve subjektif bakış açılarıyla anlatılmış. İki sihirbazın gözünden de dinliyorsunuz hikayeyi. Şu sihirbazlık olayıyla da ilgili bir şey söyleyeyim, filmde sihirbazlık* ve büyücülük* ayrı ayrı alınıyor. Bu büyü işlerini gerçekten yapanlara büyücü, bizim elemanlara da sihirbaz deniyor. Daha çok şovmen aslında. O dönemin reklamcılığına da hayran kaldım bu arada. Şimdi gazetelerde verilenlerden çok daha fazla görsel reklam yapılıyormuş hakikatten. Filmde afişler ve el reklamlarıyla anlatılıyor bu. Dikkatinizi çektiyse her tarafta dev reklam panoları veya afişler var. Bu arada filmin tiyatro içi sahneleri amerika'da bir tiyatroda çekilmiş. Londra'da değil.

Bir de sonradan okuduğum filmle ilgili bazı eleştiriler ve teoriler var. Onlara da kendimce açıklık getireyim. En çok beğendiğim teori (her ne kadar yanlış da olsa) Borden'ın aslında klonunun olması. Yani o aslında ikizi değil de klonuymuş. Zira hiç bir ikiz birbirine o kadar benzeyemezmiş. Orasını ben bilemem, ama klon olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Birincisi, Tesla olayı çok sonra peydahlanıyor filmde. Borden zaten kendisinin ustalık eserini yaptığını söylüyordu. Daha o Tesla yokken ikizi gördük zaten, Borden'ın sevgilisinin evine girme hilesini hatırlarsanız farkedersiniz. Yani güzel ama maalesef yanlış bir teori. Bir de film hakkında değil de genel sihirbazlık numaralarına yorduğum bir eleştiri var. Deniyor ki seyircilerin arasından ya seçilmeyen biri gelir de kördüğüm atarsa? Olmaz. Çünkü gösteride tanka girecek kadın iki kişi istediğinde kadın parmağını kaldırır kaldırmaz gizli elemanlar direkt ayağa kalkıyor başkasına fırsat vermeden. Bir güzel ayrıntı da Angier'ın gösteride hem karısının öldüğü şekilde ölüp, hem de istediği gibi seyirciyi prestijde selamlaması. Ama Angier karısını unutalı, diğer takıntısının karısının önüne geçeli çok olduğu için tatminlik düzeyinde ekstra bir artış sağlamamıştır bence.

Sonuç olarak obsesyon gençlerin oyunudur ve iyi bir şey değildir. Bir şeye saplantılı kalmayınız. Düşündüğünüzden fazlasını kaybedebilirsiniz.
-spoiler bitti-

Hakkında bu kadar uzun yazılabilecek bir film işte. İzleyip kendiniz karar verin. Dikkatli izleyin, yakından bakın. Ama gene de çözemeyeceksiniz. Çünkü biz, kandırılmak istiyoruz.

14 Mayıs 2010

Nedir


Lupalupo ne demek ki? Aslında ana başlığım Are You Watching Closely'den aklıma geldi. Lupa İspanyola büyüteç demek. Alınmıştı. lupalupa'yı denedim. O da alınmıştı. Sonra yeni öğrendiğim kurallardan biri olan İspanyolca'daki -a -o dişi-erkek ayrımından aklıma Lupo geldi. Ama araştırınca İtalyanca'da kurt anlamına geldiğini öğrendim. Gene de bir ilgisi yok onunla. Karizmatik bir blog adı falan değil ama olsun.İlk zamanlar önceden yazdıklarımı düzenleyip kopyala yapıştır yapacağımdan pek zor olmayacak bir şeyler eklemek. Sonrasına sonra bakarız.