Bir elbisenin üstünüze oturması, terzinin onu sizi düşünerek yaptığı anlamına gelmez. Otu boku üstüne alınma yani.
Yiğit

19 Ekim 2010

Yapmak ya da yapmamak

Uzun zamandır pek az şey yazdım kendim hakkında. Bir süredir yazmak yerine silmeyi tercih ettiğimden olabilir. İyi de yaptım aslına bakarsan. Şu blogu içimi dökmek için çok az kullandım. Şimdi yazmak istemem şans mı? Yok; artık kendimi daha iyi tanıdığım, kendim hakkındaki teşhisleri daha iyi koyabildiğim için sanırım.
Düşüncelerinin yoğunluğu ne olursa olsun, bazen oraya kayıyor. Bazı durumlar içten içe hoşuna gitmiyor, kendine bile itiraf edemiyorsun. Çok uzun süredir kaybetme riskini alarak bir şey yapmadın, şimdi riske girmek (ki ihtimaller de senden yana değil gibi gözüküyor) zor geliyor. Çaba gösterdiğine değer mi, değmez mi bilmiyorsun. Sen ilk kez bişeyi sevmeye başladığını farkettin ve bundan korkuyorsun. Kendine itiraf etmeye korktuğun şey, çok uzun süredir özlemini çektiğin şey. Aklına geliyor, ama düşünmüyorsun. Hayalini kurmaktan bile korkuyorsun. Aslında kaybedeceğin bir şey yok. Zaten sahip değilsin şu an. Kaybetsen bile bir kaç ay içinde etkisinin geçeceğini bildiğin bişeyden çekinme sebebin, o ihtimali kaybetmek. Ah, hoşgeldin çocuk. Farkedemediğim şey buydu, farkına varmam gereken. Güle güle çocuk. Bu sefer arkada dur, kararlar benim. Bu yazıyı da bunun için yazdım aslında. Bu yazıyı bunun için yazdım aslında. Bilmeyen birine dağınık, bişey ifade etmez gözüksede ben bunu kararımı vermek için yazdım.
O zaman...

14 Eylül 2010

Kareler

Deviantart üyeliği açtım kendime fotoğrafları yükleyebileyim diye. Farklı bir site belki daha iyi olabilirdi. Bilmiyorum. Gene Tiny'ye yüklemeyeyim dedim. Zaten hepsini yükleyemiyorum. Sadece iznim olanlar ve zararsız olduklarına inandıklarım. Şahsen ben de otel fotoğrafçısının sonradan sevgilimin fotoğraflarını internete vermesini hoş karşılamazdım. Bundan dolayı sadece belli fotoğrafları yayınlıyorum. İzmir'de elimde bir adet canavar gibi Nikon F5 olacak, değişik mekanlarda daha iyi işler çıkarabilirim sanırsam.
Ayrıca Anna ve Katya ile çalıştığım ilk fotoyu 1 dakika içinde iki kişi favoriye ekledi. Karı kız her yerde iş yapıyor işte. Şimdilik rastgele 3 tane yüklüyorum. Kafama eserse sonra devam ederim. Ayrıca henüz Facebook'ta "Yiğit Dağhan Photography" fan sayfası açıp, fotoğraflarıma aynı etiketi verecek kadar kafayı bozmadım şükür.






10 Eylül 2010

Sıvama kısmı

Üşenmediğim ve yapacak cidden hiçbir şeyimin olmadığı bir an bu blogu elden geçirip çok güzel yazılar yazacağıma söz veriyorum. Kime? Kendime tabi.
Son yazılardan sonra iyice bombok oldu.

09 Ağustos 2010

Yani diyor ki,

Coming soon...

06 Temmuz 2010

Hikayeler

Bugün hikaye zamanı. İki tane masal anlatacağım. Birincisi dünya çapında bilinen bir masal. Şehrazat ve Şehriyar’ın hikayesi. Hikayemiz Şehriyar ile başlıyor. Şehriyar zamanın acem kralı.Acımasız, kötü. Ama bir sebebi var. Kadınlara karşı taşıdığı nefretin sebebi ilk karısı. İlk karısını çok seven Şehriyar karısı tarafından aldatılıyor. Bu aldatılmadan sonra bütün kadınlardan nefret ediyor ve kendi kendine bir ritüel icat edip, bir katliama başlıyor. Her gece, bir bakire ile yatağa girip ertesi gün o bakireyi idam ettiriyordu. Bir zaman kralın bu ritüeli böylece sürer. Sonra bir gün kalbi buna elvermeyen Şerazat, kralla geceyi geçirmek için saraya gider. Şehrazat tonla kitap okumuş; felsefeden, mitolojiden anlayan bilgili, zeki ve güzel bir kadın. Babası itiraz eder, gitme öldürür seni der. Ama o bunu göze alarak gider. Kral onu kabul eder. Gece geldiğinde, Şehrazat Şehriyar’a bir masal anlatmaya başlar. Masalın tam ortasında, can alıcı yerinde hikayeyi yarıda keser. Geç oldu, yarın devam ederim der. Şah, masalın sonunu merak ettiği için Şehrazat’ı öldürtmez. Ertesi gece Şehrazat hikayeye kaldığı yerden devam eder. O masalı bitirip yenisine başlıyor ve gene masalın orta yerinde saat geç oldu diye yarıda bırakır. Şah gene sonunu merak ettiği için öldürtmez Şehrazat’ı. Bu böyle tam 1001 gece sürüyor. 1001. gecenin sonunda şehrazat, anlatacak masalının kalmadığını söyler Şah’a. Ama Şah o kadar geceden sonra, artık Şehrazat’a aşık olmuştur. Haliyle öldürtemiyor. Öldürtmek bir yana, onu kraliçesi yapıyor.
Öyle masallar anlatmak gerek ki, öyle olmak gerek ki Şah sizi öldürmesin. Yarın Şah’ın sizi öldürüp öldürmeyeceğinden emin olmayarak, öyle masallar anlatmak lazım ki onunla beraber kalabilesiniz. Ta ki onun yargısını kırıp, onun sizi sevmesine yetecek süre kadar. Yapılabilir mi? Bilmem, bence Şehrazat da hiçbir zaman emin değildi bundan. Mesele de orada ya, göze alabilmekte. Bu hikaye ile ilgili süiti de ekeleyeceğim sonra.

İkinci hikayem ise yakın zamandan. 1980’lerin sonuna doğru. Hikayemizin aktörü bir gün motorla giderken kaza geçirir. Kolundan yaralanır. Pansuman için sağlık ocağına gider. Orada kendisine pansuman yapan kadına aşık olur. Kadın genç ve güzeldir. Arkadaşlarına sordurur, kimdir neyin nesidir bu kadın. Bir süre sonra haber yollar, görüşmek istediğini söyler. Bir yerlerde buluşurlar, konuşurlar. Adam anlatır ona derdini. Kadın kabul etmez. Adam da pes etmez. Mektuplar yollar kadına. O sert mizaçlı, kendinden taviz vermeyen adamın o hallerinden eser yoktur o sıralar. Kadının arkadaşları adamdan kurtarmak için kadını başka birilerine ayarlamaya çalışırlar hatta. Ama aslında aralarındaki en büyük engel mezhep çatışmasıdır. Biri sünnidir, biri alevi. Sünniler Alevilere kızlarını vermezler çünkü. Zaman sonra, adam ne yapar eder aşkına karşılık bulur. Kadın da onu seviyordur artık. Yaptığı her şey bir sonuca varmıştır. Ama kızın ailesi istemez adamı aynen dediğim gibi. Sorun çıkarırlar. Gelme evlenirsen derler. Kadın dinlemez ailesini, karşı çıkar. Evlenirler. Hiçbir şeyleri yoktur neredeyse. Bekar evinden bozma bir evde kalırlar. Arkadaşlarının nikahta taktıkları yardımcı olur biraz evi düzmelerine. Kadın gelinlik bile giyememiştir. Adam kadının ailesi ile görüşemez. Ta ki bir bebekleri olana kadar. Ancak ondan sonra gidip görebilirler kadının ailesini. Ama kadın 18 sene sonra bile ailesine karşı çıktığı için mutludur. Bir kere bile pişman olmamıştır. İşte bu da, benim varoluş hikayem. Ben böyle doğdum.

04 Temmuz 2010

Rimsky Korsakov - Scheherazade Süiti

Bu da yazılacak. Son bir kaç gündüz bu 45 dakikalık süit dışında pek bir şey dinlemedim. Artık öğrendim diyebilirim parçayı. Ama yazmaya zaman lazım.

True Romance

Yolda. Yani vaktim olunca yazacağım. Çok pis Guy Ritchie tadı aldım filmden, en azından filmin sonundan. Aşk hikayesi olmasa Guy çekmiş derdim. Sevmediğim bir kaç şey var, ama en önemlisi sanırım bir sahnenin müziğiydi. Kargaşanın ortasındaki bir sahnenin ardından gelen ve sadece geçiş sahnesi olan bir bölümde bu kadar sakin ve romantik bir müzik olmamış gibi geldi. Rahatsız oldum izlerken. Az sonra ortalık kan gölüne dönecek gibi değildi hiç. Neyse unutmayayım diye yazdım. Sonra tamamı hakkında yazınca düzenlerim.

24 Haziran 2010

Guy Ritchie



Evet, şahsımın favori yönetmenine biraz dokundurma vakti. Guy Ritchie soylu bir aileden geliyor. Fakat filmleri bu soyun tam tersi bir anlatıma sahip. Kendisi hakkında verilecek magazinsel bilgilerden Madonna'nın eski eşi ve bir çocuğunun öz babası olması özelliği en göze çarpanı. Kendisi bir disleksi hastası. Judoda siyah kuşak sahibi. Okuduğu okulların ikisinden atılıp, klip yönetmenliğine baş koymuş ve bu klip yönetmenliğini The Hard Case isimli kısa metraj filmi ile devam ettirmiş. Buradan sonra bizim asıl Guy Ritchie maceramız başlıyor işte.






İlk uzun metraj filmi Lock Stock and Two Smoking Barrels, başından sonuna kadar eğlence dolu. Hatta sonu için tatminsiz olanlar olsa da ben gayet beğendim. Bu film iki aktör için de önem arz ediyor. Birincisi bu filmde oynayan Jason Statham sonraları hem Guy Ritchie'nin 2 filminde daha rol almış ve bunlardan sonra aksiyon filmlerinin aranan aktörlerinden olmuştur. Yani bir nevi Jason'ı Hollywood dünyasına kazandırmıştır ki iyi de yapmıştır. Severiz kendisini. İkincisi ise eski -psikopat diye tabir edebileceğimiz- futbolculardan Vinnie Jones'u sinema dünyasına kazandırmıştır. Bir filmde kafadan çatlak kodu mu oturtacak bir karakter varsa Vinnie Jones bu role yakışır. Bu filmin bazı özellikleri diğer filmlerinde de bariz gözükür ve genel özellikler olup çıkar. Film İngiltere'de geçmekte, ve yerel mafya-sıradan çapulsuzlar çakışmasını anlatmaktadır. Bir filmi Gut Ritchie yönetiyorsa, o filmde kadın başrol oyuncusu diye bir şey olmaması ihtimaline İddaa'da 1.05 oran verirler. Bariz özelliklerinden biri budur. Film oradan buradan gider, enterasan olaylar yaşanır, sonra darmadağın bir haldeyken filmin sonunda bir bütünlük oluşur. İşte o son çözüm bölümü Guy Ritchie'yi Guy Ritchie yapan ana etmendir. Filmdeki karakterler ve diyaloglar da keza öyle. Bu özelliği bir dahi yönetmende daha görüyoruz ki kendisi ikinci en sevdiğim yönetmen olur: Quintin Tarantino. Pulp Fiction'dan apayrı, ama karakterlerin ve diyalogların filmi olması nedeniyle de aynı yönden "süper film" etiketini kazanırlar. Bu ikili birlikte film çekse nasıl bir şey ortaya çıkar merak ediyorum. Son olarak bu filmde ekstra bir güzellik olarak ayrıca Sting de rol almakta.

Geçelim Lock Stock and Two Smoking Barrels'tan sonra ivmesini dikine dikine çıkardığı Snatch filmine. Bu filmde ilk filmden gene Jason Statham var. Onun dışında Benicio Del Toro ve Brad Pitt gibi iki ünlü ismi de barındırıyor bünyesinde ki Brad Pitt normalde hesapta yokken kendisi ondan bir rol istemiş diye doğruluğu yüksek bir söylenti dolaşır. Ama hak vermemek elde değil ona.
Guy Ritchie öyle bir yönetmen ki, "abi filminde oynamak istiyorum bana bir rol yazsana" desem eminim bana öyle bir rol verir ki özel terziye diktirilmiş ceket gibi oturur üstüme o rol. Snatch'in senaryo yapısı da Lock Stock and Two Smoking Barrels'ınki gibi. Tekrardan üstüne geçmeye gerek yok.
Arada Guy Ritchi'nin en büyük eleştiri aldığı filmi olan Swept Away var ki ben izlemedim o filmi hala. Nedenine gelince de başrolde Madonna'nın oynaması iyi bir sebep sayılabilir. Zira Guy Ritchie'nin içinde olduğu bir filmin bu kadar eleştirilmesini başka bir şeyle açıklayamam. İzledikten sonra yazıma bir şeyler eklerim.

Ondan sonra Revolver var. Bu diğerleri gibi eğlenceliden ziyade biraz daha felsefi bir film. Gene mafya var işin içinde. Ama Guy Ritchie'nin yarattığı mafyalar ve karakterleri öyle Godfather ya da Goodfellas'dakiler gibi değil tabi. Filmin sonu beni yeterince tatmin edememişti. Zaten o zamanlar Guy Ritchie favori yönetmenim falan değildi, sadece Snatch'i izlemiştim ve Jason Statham için almıştım bu filmi de. En çok tepki alan ikinci filmi de bu sanırsam.

Bunun arkasından Snatch tadında ve güzelliğinde bir film daha geliyor. RocknRolla. Guy "Sürekli bu tarz film çekiyor" diye eleştiriliyor. Ama onun tarzı bu ve bu tip filmlerinde o temayı farklı konularla çok güzel işliyor. Lock Stock and Two Smoking Barrels, Snatch ve RocknRolla'yı aynı gün içinde izleyin, eğlenecek misiniz yoksa sıkılacak mısınız görün ondan sonra karar verin. Benim en sevdiğim aktörlerden biri olan (ve sanırım en sevdiğim olan) Gerard Butler var kadroda, haliyle film benim için iki kat keyifleniyor. Andy Garcia'ya benzerliği ile dikkat çeken (ki ben de karıştırıyordum başlarda) Mark Strong'la da ikinci defa çalışıyor. Londra, çalıntı bir tablo, ufak bir gangster çetesi, triplerin dibinde bir rock yıldızı, hayatından sıkılmış bir muhasebeci ve köstebek bu filmin etiketleri olabilir sanırım. Bu filmde diğerlerinden farklı olarak, bir aktris önemli bir role sahip filmin içinde. Pek alışılageldik değil tabi. Bu filmin bir devam filmi de bekleniyor henüz açıklanmış olmasa da. Bu beklentiyi yaratan da Guy Ritchie'nin kendisi.
Arkasından gene Londra ve bir Londra efsanesi geliyor. Bu adam yüzünden Londra'ya gitmeden Londra aşığı oldum diyebilirim. 2009 yapımı Sherlock Holmes filmi gene buram buram klasik Guy Ritchie kokuyor. Başrolde Iron Man ile tekrar ününe kavuşan Robert Downey Jr. ve Jude Law var. Bu filmdeki Sherlock Holmes Guy Ritchie'den nasibini almış eğlenceli ve çatlak bir Sherlock Holmes. 2 dalda Oscar adayı olan film maalesef eli boş döndü 2009 senesinden. Özellikle de filmin müziklerini yapan Hans Zimmer'ın ödülü alamamasına üzüldüm. Evet, aslında Guy Ritchie filmlerini tadını ala ala yaşamanızı sağlayan şeylerden biri olan müzik konusuna ilk kez değiniyorum. Guy Ritchie ile Tarantino'nun benzeştiği bir konu da bu. İkisinin de çok güzel bir müzik zevki var ve filmlerinde sağolsunlar bizi bundan esirgemiyorlar. Bu adamın OST'lerini gözü kapalı alıp keyifle dinleyebilirsiniz. Bu filmin OST'sinde beni en çok etkileyen müzik Not in Blood But in Bond adlı müzik oldu. Burada ufak bir spoiler vereceğim, bu müziğin geçtiği sahnede arka plan patlamaları yok. Onca efektin ve aksiyonun arasında o patlamalar olmadan müzik sizi öyle bir moda sokuyor ki, kemanlar size arka plan seslerini aratmıyor. Bu filmin bir de açıklanmış bir devam filmi var.
Bu giriyi tekrar müsait olunca editlerim, editleyeceğim. Bilgisayarımı istiyorum.

19 Haziran 2010

Yani,

omzumdaki eksiklik olmasan iyiydi.



16 Haziran 2010

Ezel - Bahar Tezcan - Aşk


Bu yazı 32. bölümden tek bir spoiler içermekte olup tamamen de onunla ilgili. Gerçi açıklandı zaten her yerde. Geçen haftadan biliyorduk zaten Sedef Avcı'nın diziyi bıraktığını. Onun için söyledim bile, buradan anlayacağınız üzere Bahar Tezcan karakteri öldü. Nasıl öldü falan gerek yok. İzleyin öğrenin.

Bu dizide bir çok insan Bahar karakterine uyuz olsa da benim dizideki favori karakterimdi. Tefo, Kerpeten Ali falan bunlar hep geyik güzel karakterler. Ama Bahar karakteri benim için özeldi. Peki niye?

Bahar Tezcan saf, kirlenmemiş, içinde ufacık bir kız çocuğu olan bir karakterin Sedef Avcı'nın güzelliğiyle can bulmasından oluşuyor. 32. bölümde neden bu kadar içten sevdiğimi daha iyi anladım. Çünkü onu aslında kendime benzetiyordum ve gerçek hayatta aradığım kadın onun gibi biriydi. Şöyle ki Ezel'e deli gibi aşıktı ve onu elde etmek için savaştı. Ama onun kendisini sevmediğini bildiği halde yaptı tüm bunları. Bütün yaptığı şeyleri karşılık beklemeden, sonunu düşünmeden yaptı. Hani bir sahne vardı, Ezel'in "Nasıl düzelecek?" sorusuna cevap olarak Ezel'in elini tuttuğu sahne. O an böyle içimde bişeyler sezdim normal olmayan. Özlemini çektiğim şey gözümün önünde oynuyordu ve bu hayal değildi, gerçekte de olabilen bir şeydi. Hani kendinizi berbatın da ötesinde hissettiğiniz an, birinin sizin elinizi tutup hiçbir şey söylemeden sizi iyi edebilmesi vardır ya, benim aradığım şeydi o. İşte bunu yapabilmek için sadece sevmeniz yetmiyor. Onu saçma sapan 4S kurallarıyla elinizde tutmaya çalışarak yapamazsınız bunu. Yaptığınız şeyden karşılık bekliyorsanız da yapamazsınız. Bir ilişkinizin olmasına da gerek yok, bunu istemenize de gerek yok. Mutluluk sizin için o an onun elini tutup onun yanında olmak ve onu iyileştirmeye çalışmaksa işte o zaman bunu yapabilirsiniz. O an onun kalbine dokunabilirsiniz. Aşkın tanımlarından biri benim için budur.

14 Haziran 2010

1+1

Evet, bu blog artık şahsi olmaktan tamamen çıkacak kısa bir süre içinde. Tek yazar ben olmayacağım yani, o bakıma. Zevklerine güvenip sevdiğim insanlardan biri bu bloga ortak olacak. Bu ona daha gelmeden hoşgeldin yazısı. Hoşgeldin!!!

Ya bakınıyorum bakınıyorum bir saattir. Bulamadım bir hoşgeldin şarkısı. Ben de Imperial March koymayı uygun gördüm.



The Bounty Hunter

Bu film hakkında çok kısa konuşacağım. Hala izlemediyseniz ve hasta bir Gerard Butler hayranı değilseniz izlemeyin.

Filmin tek artısı arada sırada sizden çıkartabildiği "hehe" efektleri. Güldürüyor bazen yani. Ama onu yapan da Gerard Butler. Gene piç bir karakteri oynamış ve güzel olmuş verdiği tepkiler, laf sokmalar falan. Ama 2 saat boyunca konuşsak ben sizi daha çok güldürürüm. Öyle de bir şey. İzlemeyin. Hitch'in yanına yaklaşamaz öyle yönetmeni görüp de aldandıysanız. Gereksiz uzun, hikayeden cidden bir halt anlamıyorsunuz. Yeter bu kadar kötülediğim, bu kadar laftan sonra izlemezsiniz herhalde.

13 Haziran 2010

True Blood 3. Sezon Başlıyor

Evet, zanettiğimden daha çabuk zaman buldum. Burada 3. sezondan öncesinden bahsedeceğim, yeni bölüm sonrası sezon hakkındaki ilk düşüncelerimi yazarım. True Blood Alan Ball'ın bir kitap uyarlaması. Bu kitaplardan uyarlama diziler genelde başarılı oluyor. Bizdeki klasiklerin evrilip çevrilip dizi haline getirilmesi gibi değil. Bizde de başarılı örnekleri var tabi. Aşk-ı Memnu'ya bok atamıyorum misal(belli başlı saçmalıkları ve basit hataları dışında). Onun da finali geliyor, ama başlığımız True Blood. Şimdi Bill Compton anlatırken birden Behlül Ziyagil anlatmak olmaz sanırsam. Dönelim konumuza. Tabi True Blood'ın efsane açılış videosu eşliğinde. Bad Things hakikatten çok iyi uymuş bu diziye.



Evet, dizi ile ilgili yapılan en büyük eleştiriye bir kulak verelim:

Dizide güzel kadın yok!!!

Hiç mi yok? Var ama ucundan. Yani başrolde daha önce X-Man'den, dandik bir Hallowen filmi olan Trick 'r Treat'ten bildiğimiz Anna Paquin var. "Vücudu güzel yea" diyenler olabilir, o zaman onlara Spartacus Blood and Sand'den herhangi bir hatunun Sookie rolünü daha başarılı oynayabileceğini söylemek durumundayım. Bu dizinin cast seçimi bildiğin dişiler düşünülerek yapılmış. Alexander Skarsgard denen yarı roman tanrısı heriften başlayıp azalarak devam ediyor aktörler. Dizideki kadın oyunculara bakarsak gider skalasında üst sıralarda yer alabilecek bir kaç isim daha vardı, ama onlar da Jason'la yattıktan sonra öldüler. Spoiler oldu lan bu sanki? Neyse önemsiz. Şu dizide iki tane kozumuz kaldı, biri Deborah Ann Woll, diğeri de Marlon Manson'ın sevgilisi olarak da bilinen Evan Rachel Wood. (2. sezon hafif spoiler) Ama onun da rolü kadınsı değil de, daha bir çocuksu. Yakın yaşlardaki iki karakterden Godric olgunluğun dibine vurmuş ve tam bir ilahken, Sophie'yi 13 yaşında kız çocuğunun ruhuna sahip. (spoiler bitti)

Peki bu neden bu kadar battı bana? Yani madem hatun izlemek istiyorum, porno izleyeyim. Yo dostum, ben sadece adalet istiyorum. Adil bir cast dağılımı olsun istiyorum. Diziye Ashley Green gelsin istiyorum. Çok mu şey istiyorum?

Bu konu üstünde fazlası ile durdum, aslında başka da konuşmak istediğim konu yok pek. Dizi vampir furyasında ortaya çıkmış diziler içinde hoş olanlardan. İçerdiği cinsellik +18 uyarısını hakediyor. Başta çok hoşlanmasanız da zamanla içine çekiyor dizi. Onun için tavsiyem 2 3 bölüm izleyip bırakmamanız.

3. sezonu beklerken çıkardıkları posterleri beğendim. Yaratıcı olmuş cidden. Bir kaç örneğini aşağıda bulacaksınız.

"Waiting sucks"





*VILF= Vampire I'd Like to Fuck

Dinliyor musun? Peki duyabiliyor musun?



10 insana müziğin hayatlarındaki yerini sorsak, 5'i müziksiz yaşayamam der. En az tabi. Diğer 5'ten de 4'ü dinlerim, tek kalan çıkıntı da olsa da olur olmasa da olur der. Ama o çıkıntı da 100 kişiden birinde çıkar. Neyse yüksek istatistik bilgilerimi bir kenara bırakıp konuya geliyorum.

Hani müzik dinliyoruz ya biz, hakikatten dinliyor muyuz yoksa dinliyormuş gibi mi yapıyoruz? Müzik dinlemenin birden çok şekli var bence. Şöyle ki misal sessizliği bozsun, mal mal oturmayayım aynı zamanda hoş bişeyler açayım diye dinleyenler var.
Örnek vermek gerekirse ders çalışırken müzik dinleyen insanlar. Müzik dinlemek onlar için ikinci plandadır o an. Tamamen sessizliği sevmemelerinden ve alışkanlıktan dolayı dinledikleri şeyleri dinliyorlardır. Müzik algısı çok düşüktür. Sözleri anlamazlar, sadece ana melodiyi duyarlar falan. Test edebilirsiniz kendiniz.

Kendimden örnek vereyim, oyun oynarken arka planda müzik varsa sadece biraz etkilesin diye açmışımdır. Çünkü dinlemesem de, beynim onu algılar. Bir şekilde etkilenir falan filan. Onu aslında dinlemiyorumdur ama.

Peki nasıl müzik dinlenir? Hangi müzik gerçekten dinlenmeye değerdir? Bak bu ikinciyi bu yazıda ilk kez sordum. Hemen cevaplıyorum kendimce, neyi seviyorsanız o dinlenmeye değerdir. Neyi istiyorsanız dinlersiniz, kimse bir şey diyemez. Ama, evet ama. Şimdi kaliteli müzik var, kalitesiz müzik var. Sürekli olarak aynı tarzda basit melodilerle giden bir albüm dinlemenin sizin zevkinizi geliştirmesini beklemeyin. Ne beyninizi geliştirir ne kulağınızı. İlla birden fazla enstrüman mı olması gerekir peki? Hayır, solo gitar da fazlasıyla derin olabilir. Söz kısmına pek değinmiyorum, zira bambaşka bir konu o.


Hakettiğini düşünüyorsanız müziği bir işin yanında dinlemeyin. Müzik dinlemek başlı başına bir iştir. Yan iş değil. Oturun, gözlerinizi kapatın ve dinleyin. Sadece dinleyin. Sonra o notaların size anlatmak istediklerini duyun. Duymak, işin özü burada aslında. Müziği sadece dinlemeyin, onun anlattıklarını duyun. İşte şimdi gerçekten dinliyorsunuz.

11 Haziran 2010

Hissettirmek-Reklamcılık

Görsel reklamcılık mühim bir şey malum. Sadece resimlerle ve yazıyla bir şeyleri en dikkat çekici şekilde anlatmaya çalışıyorsunuz. Daha sonra daha güzel şeyler yazarım reklamcılık hakkında. Ama aşağıdaki reklamı takdir ettim ve bloga koymaya karar verdim. Linkten resmi edinebilirsiniz, bloga koydum ama sonra uyuz olup kaldırdım.

31 Mayıs 2010

#Female Vocalists - Beth Rowley



Evet. Sonunda uzun süredir aklımda olanı gerçekleştirip müzik hakkında bir şeyler yazabileceğim. Müzik hakkında boş boş yazmak istemediğinden hazırlık yapmam gerektiğini düşünürüm. Ondan dolayı da vakit aldı. Aşağıda bir yerlerde John Mayer yazılacak olarak duruyor mesela. Gerçi bunda finallerin de etkisi var. Zevzekliği bırakıp bu yazının asıl amacına gelelim.

Benim Lastfm'imin taglerinde hep taşan bir bölüm vardır ki o da "female vocalists" etiketi. E müziksel işlere de bununla başlamayı uygun gördüm.

Benim female vocalists fetişim nereden çıktı, oradan başlayalım. Her şey bir gün Yasmin Levy'yi keşfetmemle başladı. Benim için female vocalists deniyorsa müzik tarzı çok çeşitli olabilir, caz, soul, etnik vb gibi. Tür ayrımı yok. Ama neden male değil de female olduğuna gelince asıl iş etnik ve soul kısmıyla ilgili. O tarzların vokalleri arasında bayan vokaller hep daha çok ilgimi çekmiştir. Sebep? Kişisel nedeni bilinmeyen şeyler arasında sebebi. Çok düşünmedim üstüne. Kendi kronolojik sıralamamla değil de, kafama estiği gibi yazacağım tek tek. Bu başlıkta inceleyeceğim melek ise Beth Rowley.





Bazı insanların hani seslerine aşık olursunuz ya, şeklini şemalini bilmeseniz de sesi öyle bir etkiler ki bildiğin aşık olursunuz kapılır gidersiniz. Beth Rowley bunlardan ilki. Kendisi ile tanışmam Lastfm sayesinde oldu. Biraz magazinsel, biraz sanatsal gidelim bakalım.

1981 Lima-Peru doğumlu Beth İngiliz. Evet, o da İngiliz. Sonra neden İngilizlere karşı sempati oluşmasın insanda. Şimdi İngiliz müzisyenlere girersek konu dağılır toparlayamayız. Neyse. Beth 2 yaşındayken İngiltere'ye döner ailesi. Müziğe başlamasında ve bugün yaptığı müzikte ailenin etkisini bariz bir şekilde görebileceğimiz insanlardan. Ailesi blues'dan caza, country'den folk'a bir sürü müzik tarzını dinleyen insanlar. Haliyle Beth de kulağı da bir çok müziğe aşina olarak büyüyor. Müzik yaşantısına profösyonel olarak ilk atılması 16 yaşında kurduğu bir funk, soul, caz grubu ile oluyor. Bundan bir sene sonra Londra'da Ginklik adlı klüpte çalışmaya başlıyor.

Kendisi aynı zamanda bir mektepli. Weston-super-Mare Koleji'nde müzik ve sanat okuyor. Daha sonra 2003'te Brighton Modern Müzik Enstitüsü'e gidiyor. Burada okuduğu zamanlarda aynı zamanda Ronan Keating ve Enrique Iglesias ile geri vokal olarak konserlere, turlara katılıyor. Öğrenimini görürken müziğinin gelişmesine katkı sağlayan isimlerden biri de Carleen Anderson. Kendisi de soul, acid caz tarzı müzik yapıyor, haliyle etkileşim kolay oluyor.

Sonra ise caz saksafoncusu olan Ben Castle (Roy Castle'ın oğlu) ile birleşip Jamie Cullum ile çalışmaya başlıyorlar. Ben Castle'ın da teşvikleriyle kendi parçalarını yazmaya ufaktan başlayıp, 2004'te ilk EP'si olan Beth Rowley'i çıkarıyor. Bunu sonraki senelerde Sweet Hours(2006) ve Violets(2007) izliyor. Violets EP'sinde de yer alan "Nobody's Fault But Mine" şarkısını single olarak çıkardıktan sonra parça iTunes Single of the Week oluyor. Sonra bir kaç sanatçının-grubun çalışmalarında yer alıyor.

Sene 2008 (26 Mayıs) olduğunda ilk albümü olan Little Dreamer'ı piyasaya sürüyor. Oh My Life adlı parçası bundan bir hafta sonra BBC Radio 2 Record of the Week sıfatını kazanıyor. Parça Mart ayının başında ilk olarak çıktığı için en iyi 100 listesine giremiyor.

Albüm için kısa bir özet geçmek gerekirse, sürekli akan ama bir türlü denize dökülemeyen bir ırmağın sonunda tüm biriktirdikleriyle beraber denize dökülmesi gibi diyebiliriz. Kullanılan enstrümanlarla, düzenlemelerle, kayıtlarla ilgili söylenecek fazla bir şey yok. Çok güzel bir iş çıkarılmış ortaya. Şimdilik "keşke şöyle olsaydı" dediğimi hatırlamıyorum bu albüm için. Olduğu gibi güzel.

Gelelim kendisinin bundan sonra yaptığı diğer işlere. Kendisi sinema alanına da ufaktan el atıyor. Keira Knightley'nin oynadığı The Edge Of Love filmine Careless Talk adlı parça ile katkıda bulunuyor. Daha sonra ise 2010'da üç dalda Oscar adayı "An Education" filminde bir sahnede caz sanatçısı olarak klüpte şarkı söylerken görüyoruz kendisini. Video linkinden izleyebilirsiniz. Buraya yüklemeye çalıştım ama 10 defa sorun çıkardı. Sonra tekrar denerim. Son olarak kendisinin ne kadar bulaşıcı olduğunu kanıtlamak amacıyla aşağıdaki resmi ekliyorum. Andaç ve benim Beth Rowley'nin Lastfm sayfasından alınan bir resmimiz.






Bu isimlerse haklarında yazmayı düşündüğüm diğer bayan vokaller. Unutmayayım diye burada saklı kalsın.

Norah Jones
Melody Gardot
Beth Rowley
Concha Buika
Madeleine Peyroux
Katie Melua

29 Mayıs 2010

Flashforward




Öncelikle dizi bittiği için ABC denilen kanala feci kızgınım. Çok sardırmıştım ben, hatta Spartacus The Blood and Sand de bittikten sonra hafta hafta takip ettiğim (Ezel dışında) bir tek bu dizi kalmıştı. Bu Ezel mevzusunu da başka bir yazıda inceleyeceğim. Şaka gibi, mis gibi diziyi bitirdiler. Ama bitmez bence, öyle umut ediyorum yani. Başka bir kanal alır. Zira hakikatten çok açık kapı bırakmışlar. Gelsin final spoilerları ve gördüklerim.
-spoiler-
*Basitinden başlayalım. Afganistan'daki abimiz Aaron kızını kurtardı, eyvallah. Ama biraz abartı oldu. O kadar feyke gerek yoktu bence. İçimizden "Lan bak bi öngörü daha gerçekleşmedi" diye düşünürken indirdiler solu. Ama gereksizdi.
*Doktor bozuntusu var ya bir adet, Bryce. Mis gibi kızı bırakıp elin caponuna koştun ya, o bayılma günü kafana sıksaymışsın keşke. O kadar netim.
*Simcoe, tarla faresi gibisin. Demetri gibi ne yaptığını ben de anlamadım. Janice var bir de, onun da oğlu olacakmış tamam da, en son bir bölüm önce Simcoe ile yatan hatunun gelip Janice'i alması ne iş? O kadın o kadındı yanlış bilmiyorsam.
*Wedeck, adamımsın. O ne karizmatik duruştu öyle tuvalette? 10 numara karizma abimizsin.
*Hayvanlar neden bayılmadı lan? Köpeği geçtim de kanguru ne iş lan gene? Olum yapmayın ya, neden kanguru? Neden koala falan değil de kanguru? Ne özelliği var? Bittiğine sevindirtmeyin adamı. Açık açık söyleyin. Ekstra bölüm çekip internetten yayınlayın. Ama "Mark öldü mü ölmedi mi" den çok beni ilgilendiren şey o kanguru artık.
*Charlie, bit my finger please. Sen ne taş bişey oluyorsun öyle? Maşala maşala. Dylan seni kaçırmaz tabi artık ondan sonra.
*Mark, ortaya karışık bir karaktersin sen. Biraz Michael Scolfield, efenime ne söyleyeyim birazcık Rambo öyle garip bir şeyler. O kadar adamı hakladın. Sen o telefon numarasını, asansör numarasını yaparken kendimi Thief oynar gibi hissettim. Öldün mü ölmedin mi bilmiyorum ama o an oradan sağ kurtulman imkansız olsa da ölmediğini düşünüyorum. Abi diyelim ki uçtu, tam havada yakaladı helikopteri. Eee? Helikopterde otomatik pilot var mı? İnsin kendiliğinden.
*Ekstra detay için tekrar durdura durdura izlemem lazım, sonradan tekrar düzenlerim zaten. Ama teorilerimi de yazayım ayıp olmasın. Hani o mektup tarihi farklı, kutlama tarihi farklı ya. Bence mektup önceden yollandı, tarih o gördüğümüz tarih. Yani mektup illa o an ulaşacak diye bir şey yok. Hepsi gene aynı tarihi gördüler. Kaç hatırlamıyorum şimdi. Saat olmuş sabah. Mazur görün düzeltmeye kadar.
-spoiler-

Bu dizi böyle bitmemeli. Oyuncular yeni dizilerle anlaşmış bile deniyor ama olmamalı. Yani bir şekilde 2. sezon çekilmeli, ve orada bitirilmeli mis gibi. Aklımızda soru işareti kalmadan.

26 Mayıs 2010

15 Minutes ve Medya




Spoiler yok.
"Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak" sözü filmin çıkış noktası.
Bu film hakkında yazı yazacağımı düşünmüyordum ama kısa da olsa bir şeyler yazmak istedim film ve en azından anlatmak istedikleri hakkında. D&R'a girip gene acaba 5 liralık filmler içinden güzel film bulabilecek miyim diye karıştırırken Robert De Niro'nun ve bir yerlerden hatırladığım ama tam çıkaramadığım bir adamın filmini gördüm. Alayım madem dedim büyük oranda Robert ağabeyin hatırına. Adını hatırlayamadığım aktör de Saving Private Ryan'da oynayan Edward Burns imiş. Sonradan IMDB sağolsun öğrendim. Bu eski filmleri izleyip şimdi ünlü olan insanları yan rollerde görmek ile ilgili bir şeyler daha yazacağım. Zira bu filmde bir benzeri daha var. Bir sahnede kızıl taş gibi bir hatun görüyoruz. Durdurdum filmi baktım. Lan dedim, Charlize Theron bu. Yok ama, hiç hatırlamıyorum. O olamaz, ama benine kadar aynı be abi(benine kadar biliyorum bak, o derece) şeklinde söyledim ve gene IMDB'ye başvurdum. Oymuş hakikatten. Rock'nRolla'daki Rus milyarderi görmek de eğlenceliydi tabi. Charlize Theron'un Sicilinde Devil's Advocate gibi bir film de varmış o zamanlar ama bu ufak rolü kabul etmiş. Vay anasını dedim. Vardır bişeyler de bilmiyoruz biz tabi. Zira oluyor böyle kankasının filminde ufak rollerde oynayan aktörler/aktrisler eğlence amaçlı. Confessions of a Dangerous Mind adlı George Clooney'nin çektiği filmde Brad Pitt'i 3 saniye kadar bir yerde görmemiz gibi. Mevzu bu kadar önemsiz olunca spoiler vermek istemiyorum vermedim de. Neyse, dönelim filme. Aldım eve geldim IMDB puanına baktım 6.1. E düşük geldi biraz. Çekindim bi iki gün bekledim izlemek için. Ayrıca filmi yer yer televizyonda da izlemişim, bazı sahneleri izleyince hatırladım. Aslında bir sahne kazınmış aklıma. Robert De Niro'nun kaçan elemana parka girerken ateş ettiği sahne. Abimiz ne kadar karizmatikse bundan önceki senelerde "lan bu sahne neredeydi?" diye düşünmüşlüğüm var. Film dışında her konudan bahsettik ha. Neyse. Puan mevzusu. Valla tamam 10 üzerinden 10 alacak bir film değil, ama ben 7.5 veririm. Ama Amerikalı olsam ben de düşük puan veririm. Zira medyanın neler yarattığını çok iyi gösteriyor bu film. Birileri neyi isterse onlar gösteriliyor. Sansür dediğimiz şey hani. Sansür öyle İnci Sözlüğün yaptığı gibi ana avrat küfür edebilme özgürlüğünün elinden alınması değil. Onlar eleştiriyor kendilerince ama bu değil sansür. Daha ötesi. Bugün yaşanan bir olaydan birileri zarar görecek diye o haberin istemdışı yayınlanamaması da sansür. Sadece sigaraya gelen mozaik efektleri değil. Hatırlayın Cem Garipoğlu olayını. Şu ülkede ailesini katleden insanlar var bir anlık sinirle, ama hiçbiri bu kadar gündemde kalamadı, insanlar bu kadar nefret etmedi onlardan. Neden? Çünkü C. G. zengin aile çocuğuydu. Zenginler öyle her canının istediğini yapıp kurtulamazdı. Adaletin kanıtı olacaktı bu. Bakın, adalet karşısında herkes tarafsız. İyi de gene taraf tuttunuz? Adam zengin çocuğu diye ağzına sıçtınız afedersiniz. Bu yazıdan onu haklı gördüğüm çıkarılmasın, zaten konumuz da medya. Bu etki nerden geldi peki? Gazetelere anasayfadan basılan fotoğraflar, adliye çıkışı görüntü almak için kapışmalar... Medyanın etkisi böyle bir şey işte. İnsanlar televizyondan öğreniyorlar her şeyi. Ama orası ne kadar tarafsız? Biz olayları kimin gözünden görüyoruz? Hangi gözle bakıyoruz aslında? Bu filmde bunları görebiliyorsunuz. Tabi bir de Amerikan rüyası var. Gerekli lafı sokmuşlar zaten filmde: "You Americans are just pussies without your misilles and money".

İzlenebilecek bir film, izleyebilirsiniz en azından Robert De Niro'ya güvenin. "Sana puanım 7.5 kanks" geyiklerine girmeye gerek yok. O kadar yazıyoruz, puana ne hacet. Neyse verdiğim paraya acımadım işte.

"Here's your 15 minutes"

23 Mayıs 2010

Avatar



2009 senesine damgasını vuran filmden bahsediyoruz. Her ne kadar Hearth Locker adlı film Oscar töreninde James Cameron'ı apıştırsa da Avatar mühim bir film görsellik konusunda. Gönül isterdi ki 3D izlemiş gibi anlatayım, ama maalesef. Yalnızca şunu söyleyebilirim, ben normal haliyle bu kadar etkilendiysem 3 boyutlu hali nasıldır kimbilir.

Film öyle bir film ki, çekmek için kendi teknolojisini yaratmış ekip. Bilmem kaç sene beklenmesinin sebebi o. Maliyeti hallice olmuş zaten bundan dolayı, ama değdi mi değdi.

Film hakkında konuşulan başlıca konular:
1- Çalıntı senaryo
2- Siyasi mesajlar
3- Görsellik

Görüldüğü üzere oyunculuktan falan bahseden yok pek. Çalıntı senaryo denmesinin sebebi bu linkteki özette var zaten. Var mı benzerlik? Reddedilemeyecek düzeyde evet. Kararı siz verin, ama ben dozu biraz kaçmış esinlenme derim. Bir şeyi silmek o kadar kolay olmamalı zira. Pire için yorgan yakmak olur yoksa.

Siyasi mesajlar da işte bu benzerlikten geliyor biraz. Amerikalıların Kızılderililerden/Iraklılardan özrü gibisinden. Kimisi öyle diyor kimisi böyle. Bence asıl mühim olan insan ırkı olarak neye elimizi atsak bok etmemiz kısmı. Ağaçlık alana pikniğe gidip "oh valla doğa gibisi yok" deyip, ondan sonra üstüne otel dikeceğim diye orman yakmanın ikiyüzlülüğü gerçeği var. Aynı adamların villaları yeşillikten geçilmiyordur eminim.

Görsellikse en mühim kısmı bana göre. O an o dünyanın içinde olmayı kim istemedi? İkranlara binip uçmayı kim hayal etmedi(yükseklik korkusu olanlar bu soruyu cevaplamasın)? Bana sualtı dünyasını anımsattı o dünya. Renk cümbüşü, farklı farklı yaratıklar falan. Öyle renk cümbüşünün, doğa güzelliğinin dünya üzerinde görülebileceği en baba yer su altıdır bence. Birincisi doğal, ikincisi insan eli pek değmemiş. Yani kısmen en azından.

Hikaye Pochantas, The Last Samurai vb ile aynı evet. Ama yapmayın diyorum gene. Filmi bu kadar basite indirgemeyin "senaryo sıfır olmamış film" demeyin. O belgeselvari yakın plan hayvan çekimlerinde hakkaten "vay anasını" dedim, kim demedi ki? O kadar hayvan gördük, hepsi de ince ince işlenmiş. Jake'in verdiği tepkilerin aynılarını izlerken biz de veriyoruz. Film sanal ortamda yaratıldığından mütevellit sanal kamera ve kamera açıları kullanılmış. E bu da hikayenin ve görselliğin içine girmenize katkı sağlamış haliyle. Çığır açmak böyle bir şey. Bundan bir 5 10 sene sonra göreceğiz aslında bunu, ne kadar etkilediğini. Star Wars, Jurassic Park, The Lord of The Rings Trilogy derken şimdi de Avatar. Git gide görsellik işi ilerliyor, bizlere vay anasını dedirtiyor. Bilimkurgunun gözünü seveyim diyor insan böyle durumlarda işte. Hayalgücü sayesinde sinema görselliği artıyor. Filmde bayıldığım bir unsur da örgüsaçların arasından çıkan USB bağlantı görevi gören şey. Hakkaten ne güzel olmaz mıydı be? Spoiler uyarısı vermedim, zira spoiler vermedim bence. Varsa bi not bırakın vereyim spoiler uyarısı.

19 Mayıs 2010

The Life of David Gale(2003)




Bu yazıda spoiler kısımlarını ikiye ayıracağım. Biri aslında değinmek istediğim, filmde muhabbeti geçen ama okunabilecek spoiler’lar. Okusanız da bir şey kaybetmezsiniz. Diğeri de bildiğin spoiler. İzlemediyseniz okumayın. Ama diğerlerini gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.
Bu kadar güzel olup da bilinmeyen ender filmlerden. Oyuncularına rağmen popüler değil. Bazı alıntılar yapacağım, alıntı yaptığım yerleri de belirteceğim. Oyunculardan ve yönetmenden başlayalım. Alan Parker, Türkiye'de The Midnight Express'ten tanınan yönetmen. Floydian'lar Pink Floyd The Wall'dan biliyor olabilirler. Başroldeki iki oyuncuya bakınca zaten bir seviniyor insan. Biri Kevin Spacey, artık onun filmlerini izlerken "yok artık" demeye alıştık film sonlarında. Burada da pek farklı değil. Özellikle bazı sahnelerde yardırmış da yardırmış. diğeri de Kate Winslet. Bu garip çekiciliği ve on numara oyunculuğu olan şahaneye zaten bir çok filmden hastasınız. Bir diğer aktris ise yan rolde oynuyor diyebileceğimiz Laura Linney. Bunların dışında değinmek istediğim bir insanüstü varlık var ki Rhona Mitra. Berlin karakterine hasta olma sebebi. Onun dışında diğer filmlerde aynı etkiyi yaratmadı belki ama buradaki şuh karaktere insan bi “oyhş” diyor. Film hakkında kısa bir önbilgi verecek olursam: felsefe profesörü olan bir idam mahkumunun son 4 gününün 3 gününde günde 2 saat, hayat hikayesini bir gazeteciye 500.000$ karşılığında anlatmaya karar verir. Gazetecimiz kaynaklarına bağlılığı adına mevzu çocuk pornosu bile olsa isim vermeyerek 1 hafta hapis yatmakla ünlenmiş Bitsey Bloom. Felsefe profesörümüz ise daha önceden tecavüz ile suçlanmış, Teksas’taki ölüm kararlarını eleştirip kaldırılması için mücadele eden Deathwatch adlı bir topluluğun önemli üyelerinden. Bu kadar bilgi yeter.
-Okunabilir Spoiler İçerir-

Film sadece hikayesi ile değil, replikleri, atışmaları ve bazı sözleri ile de etkiliyor. Bazı sahneleri, cümleleri geri sarıp tekrar dinlemek-izlemek isteyebilirsiniz ki ben yaptım. Bu sahnelerden ilki Betsy ile David'in tanışma sahnesinde David'in söylediği şu sözler:
-No one who looks through that glass sees a person. They see a crime. I'm not David Gale. I'm a murderer and a rapist... Four days shy of his execution.
Yani diyor ki; bu camın arkasından bakanlar bir insanı görmezler, onlar suçu görürler. Ben David Gale değilim, ben ifazına 4 gün kalmış bir tecavüzcü ve katilim.
Bu cümleler zaten girişte insana bir koyuyor. Hakikatten suçlu psikolojisini çok iyi yansıtmış. Bir insan hakkında çok kötü bir şey biliyorsanız, sonradan bu yanlış çıksa bile o insan baktığınızda ilk aklınıza gelen şey odur. Önyargı diyeceğim, ama nedeni belli önyargı biraz. Yani bir sebep var, ama gene de tam olarak hafifletemiyor düşüncelerimizin ağırlığını.
Hemen ardından gelen flashback'teki sahnede geçen muhabbeti şahsen ben iki kere izledim. Zira hakikatten çok güzel.
-"Fanteziler gerçek dışı olmak zorundadır. Çünkü istediğiniz şeyi elde ettiğiniz anda, artık onu istememeye başlarsınız. İsteğin devam edebilmesi için, objesinin sürekli olarak eksik olması gerekir. İstediğiniz o şey değil; onun fantezisidir. İstek, çılgınca fantezileri destekler...
'Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz' derken Pascal'ın anlatmak istediği de buydu. Bugün geldi. Bu nedenle 'avlanmak, öldürmekten daha zevklidir' ya da 'ne dilediğine dikkat et' deriz. Ona sahip olacağın için değil; ona sahip olduğun zaman artık onu istemeyeceğin için.
İstekleriniz doğrultusunda yaşamak sizi asla mutlu etmez. Gerçek anlamda insan olmak demek, fikirler ve idealler için yaşamak demektir. Hayatınızı istediklerinizin ne kadarını elde ettiğinizle değil, yaşadığınız samimiyet, şefkat ve özveri anlarıyla ölçmek demektir.
Çünkü sonunda kendi hayatlarımızı önemli kılmanın tek yolu diğer insanların yaşamlarına değer vermektir." (ekşi sözlük, ankrakt'tan kopyalandı ve düzeltildi)
Doyumsuzluğu açıklama konusunda güzel bir yazı da olmuş bu. Bak beyaz'ın küvet hikayesinde de vardı bu olay. Okuyanlar bilir, okumayanlar “küvet Beyazıt Öztürk” şeklinde bir arama yapsınlar Google'da bulurlar. Her şeyi devletten beklemeyin.
Hani platonik aşık olduğunuz insanın peşinden koşarsınız, koşarsınız, koşarsınız. Reddedilirsiniz, tekrar reddedilirsiniz, tekrar tekrar reddedilirsiniz. Sonra bir gün aşkınız karşılık bulur, ama o uzun zamandır beklediğiniz aşk sizi mutlu etmez. Neden? Çünkü aslında siz o kıza-erkeğe değil, onun ulaşılmazlığına, onun fantezisine aşık olmuşsunuzdur. "ne dilediğine dikkat et" çünkü dileğin gerçek olduğu zaman sandığın kadar mutlu olmayacaksın. Kendi çıkarsamalarınızı yapabilirsiniz.
İkinci paragrafı ağır spoiler kısmında inceleyeceğim.

David Gale'ın laf sokma konusunda ne kadar usta olduğunu zaten filmin başından itibaren anlıyoruz. Arada gene hoş sahneler var. Ama en komik sahnesi benim için Teksas valisine verdiği ayarlar dizisidir. Sonradan bozmasa çok güzel olacaktı.
-Gandhi demiş ki "eski göze göz yasası hepimizi kör" eder.
+Üzgünüm ama bu saçma bir liberal düşünce.
-Buna inanıyor musunuz?
+Evet
-İlginç. Çünkü bunu ilk seçim kampanyanızda siz söylemişsiniz. (varan bir)
.
.
-"Sağlıklı bir toplum kendini kötülüklerden arındırmak için durmadan çalışmalıdır."
+Evet. Buna katılıyorum. Bunu da mı ben söylemişim?
-Hayır, Hitler söylemiş.
Buradaki surat ifadeleri hakikatten çok iyiydi. Bir bölümde de Kubler Ross'un ölümün beş evresini (ki benim geçen seneki final sorularımdan biriydi) sayıyorlar. Onu yazmayacağım buraya. İsteyen arasın bulsun gene. Alıntılarım bu kadardı.

Ağır Spoiler
Yukarıdaki ilk alıntının ikinci paragrafı ise aslında David ve Constance ile ilgili tamamen. Zira onlar hayatlarını başka insanları kurtarmak adına feda etmişlerdir. Gerçek anlamda. Özellikle David'inki, oğlunun kafasındaki iyi baba figürünü korumak, onlara güzel bir gelecek sağlamak adına ölmüş ve o aldığı parayı da eski eşine göndermiştir, suçsuz olduğunu kanıtlayan Berlin'in gönderdiği kartpostal ile birlikte. Bencil bir yaşam sürmeniz, sizin hayatınızı önemli kılmaz.

filmin direkt sonuna atlıyorum, zira filmi sahne sahne anlatmayacağım. Hayatlarını başka insanları kurtarmak ve onlara yardım etmek için adayan iki insanın, amaçlarına ulaşmak için kendi hayatlarını vererek ve bunun neticesinde hayatlarını değerli (kendileri için mükemmel bir son) kılarak ölmelerini izliyoruz. David'in son yemeği bile oğlunun ondan sabah kahvaltısı için istediği yemekle aynıydı. Biri hasta ve ölecek, diğeri ise tüm statüsünü, insanların gözündeki değerlerini kaybetmiş iki insanın hayatlarını tekrar değerli kılmak için ölürken şov yapmalarını izliyorsunuz. Yaşamaya devam etseler, bu kadar güzel bir final yapamazlardı hayatları için.

Sonda Kevin ağabeyin yaptırmasına alışık olduğumuz tepkileri verdik gene. Bu adam bir filmde oynuyorsa, o filmin sonunda oha deme ihtimalinize İddaa'da 1.05 oran verirler.

Son olarak: siz diğer insanlar için, inandıklarınız için neler yapıyorsunuz?

Spoilerlar bitti.

Filmde geçen düşüncelere dikkat edin. Çünkü filmi benim açımdan asıl özel kılan şey bu. Güzel oyunculuklar, iyi senaryo ve şahane diyaloglar… Değinecek daha şeyler var, ama hepsini ben anlatırsam size ne kalacak?

16 Mayıs 2010

The Prestige



Spoiler kısmına girmeden önce bu girinin tahminimce uzun olacağını, birden fazla bakış açısından inceleyeceğimi söyleyip uyarmak isterim. Bu filmin fragmanını ilk gördüğüm zaman "bu filme gitmem lazım" deyip gidememiştim. Daha sonra sürekli gittiğim cd'cide filmi görüp direkt almış, filmi izlemiş ve ertesi gün tekrar izlemiştim. Film gerçekten hemen tekrar izleme isteği uyandırıyor ki bunu senaryoyu okuyup aynı şeyi yapmak isteyen Christian Bale de söylüyor. Bu filmden önce film izlerdim, izlediğimi düşünürdüm ama asıl bu filmden sonra sinema ile ilgilenmeye başladım diyebilirim. Bundan dolayı benim için dönüm noktası denebilir.
Filmin materyallerine bakalım. Yönetmen Christopher Nolan. Memento adlı gene senaryo işleyişi bakımından özel denebilecek bir filmin yönetmeni. Senaryoda kardeşi ile birlikte çalışmışlar. Oyuncu seçimlerine bakalım. Başrollerde Hugh Jackman, Christian Bale, Scarlett Johansson ve Michael Cane. Onların yerine başkaları oynayabilir miydi, bunu yönetmen bilebilir ama kimse sırıtmıyor, bilakis tam oturuyor. Bir de başrolde yer almayıp nicola tesla rolünü oynayan David Bowie var. Nolan bowie'nin ilk ve tek tercihi olduğunu ve zor da olsa ikna ettiklerini söylüyor.
-spoiler kısmı-
Are you watching closely?

Film aslında bir sihirbazlık gösterisi. Size daha başta şapkaları gösterip ipucu veriyor filmin devamı ile ilgili. Daha sonra Caine'in sesinden sihirbazlık ile ilgili önemli anlatımı duymaya başlıyorsunuz ki bu anlatım film için de tamamen geçerli. Önce vaat kısmı, size bir şeyler anlatılıyor. Daha sonra dönemeç geliyor. Sihirbazlık numarası gerçekleşir, ama izleyiciler tatminsizdir. Siz hala borden'ın nasıl eşinin evine birden girdiğini, o numaraları nasıl yaptığını bilmiyorsunuzdur. Tatmin olmazsınız. Sonra prestij bölümü gelir. Filmin sonunda borden'ın ikiz olayının anlaşılması ve mühendisinin ve Borden'ın aslında her ikisi de olduğu gerçeği. Prestij bölümünden sonra alkış geliyor. Sherlock Holmes'u izleyenler varsa (spoiler gelecek) filmin sonunda lordun yaptığı şeylerin aslında sihirbazlık değil de, oyunlar olduğunun açığa çıkarılması gibi. Eğer doğaüstü güç olarak bırakılsaydı, kimse tam olarak tatmin olmayacaktı.

Film içinde aslında bazı göndermeler var. Borden ve Nicola Tesla benzerliği mesela. İkisi de işinde usta, deha ama ikisi de reklam yapmayı, şovmenliği bilmiyor. Angier ile de Edison benzerliği. Rakibinden kopyalıyor yaptığı şeyleri ama öyle bir süslüyor ki, rakibinden daha üstün konuma geçiyor. Aslında biraz da Tesla Edison kapışmasının etkisi görülüyor gizliden gizliye. Değeri bilinmeyen Tesla'nın biraz daha tanınmasını sağlaması ve Edison'un oyunlarını ortaya çıkarması açısından da gerçekten yapıcı bir özelliğe sahip. Angier'ın Tesla'nın şovuna gitmesini hatırlarsanız oradaki Edison'un adamını farketmişsinizdir. Kalabalığı galeyana getirip "patlayacak" diye haykıran yavşak edison'un adamıydı işte.

Gelelim filmdeki insani duygulara. Bir obsesyon. Bu obsesyon ikisinde de var ve ikisinin de hayatını mahvediyor. Angier takıntısı yüzünden tüm dünyayı dolaşıp sonunda kirlenmeyen ellerini kendisini öldürebilecek kadar kirletiyor, Borden'ın takıntısı ise hayatına mal oluyor. Öyle bir kapışma ve yarış ki bu, ikisi de canından oluyorlar. Borden'ın sırrını açıklayan kağıdı Angier'a vermesi ve Angier'ın o kağıdı yırtması güzel de bir ironi aslında. Yırttı çünkü onun şovu Borden'ınkinden daha iyiydi. Amacına ulaşmıştı öyle ya da böyle. Obsesif oldukları konu sadece birbirlerinin sırlarını öğrenmek değil, birbirlerinden daha iyi olmaktı. Scarlett johansson'un oynadığı karakteri (adını hatırlayamadım) her ikisinin de kaybetme sebebi obsesyondu.

Filmi asıl etkileyici kılan şey ise fedakarlık tabii ki. Fazla bahsetmeye gerek yok bu konuda. İkisi de öyle fedakarlıklıklar yapıyorlar ki şovları, daha iyi bir sihirbaz olabilmeleri için hayatlarına mal oluyor. Birisi karısını kardeşiyle paylaşmak zorunda kalıyor, diğeri ise kendisinin mi ya da diğer kendisinin mi öleceğini bilmeden o numarayı tekrarlayıp duruyor ve her gece kendini öldürüyor. Borden'ın ikizinin parmaklarını sırf bu numara için kesmesi etkileyiciliği bayağı bir arttırmış fedakarlık konusunda.

Film 1900 lerin başında ve civarında gezdiği için o döneme ait tabi. Ama yönetmenin seyirdefterinde izleyebieceğiniz gibi dönem filmi olmaması için uğraşılmış da. O döneme ait bilginiz varsa göndermeleri ya da en basitinden kıyafetlerdeki incelikleri anlayabiliyorsunuz. Yoksa haliyle sadece güzel gözüküyor.

Film çekim tekniği ile ilgili de bir kaç şey söylemek istiyorum. Kamera açıları 3. insan gözünden hep. Kameraman omzunda kamera ile çekmiş ki bu sizin filmin içinde biraz daha onlar gibi hissetmenizi sağlıyor. Bazı sahnelerde(ilk su tankı numarasından sonra atışmaların olduğu sahne misal) 360 derece ile çekimler yapılmış. Odanın bir köşesinden değil de oyuncuların ortasından görüyorsunuz. Film izlediğiniz gibi (izlemediyeniz buraları okumadığınızı farzediyorum) iki karakterin gözünden ve subjektif bakış açılarıyla anlatılmış. İki sihirbazın gözünden de dinliyorsunuz hikayeyi. Şu sihirbazlık olayıyla da ilgili bir şey söyleyeyim, filmde sihirbazlık* ve büyücülük* ayrı ayrı alınıyor. Bu büyü işlerini gerçekten yapanlara büyücü, bizim elemanlara da sihirbaz deniyor. Daha çok şovmen aslında. O dönemin reklamcılığına da hayran kaldım bu arada. Şimdi gazetelerde verilenlerden çok daha fazla görsel reklam yapılıyormuş hakikatten. Filmde afişler ve el reklamlarıyla anlatılıyor bu. Dikkatinizi çektiyse her tarafta dev reklam panoları veya afişler var. Bu arada filmin tiyatro içi sahneleri amerika'da bir tiyatroda çekilmiş. Londra'da değil.

Bir de sonradan okuduğum filmle ilgili bazı eleştiriler ve teoriler var. Onlara da kendimce açıklık getireyim. En çok beğendiğim teori (her ne kadar yanlış da olsa) Borden'ın aslında klonunun olması. Yani o aslında ikizi değil de klonuymuş. Zira hiç bir ikiz birbirine o kadar benzeyemezmiş. Orasını ben bilemem, ama klon olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Birincisi, Tesla olayı çok sonra peydahlanıyor filmde. Borden zaten kendisinin ustalık eserini yaptığını söylüyordu. Daha o Tesla yokken ikizi gördük zaten, Borden'ın sevgilisinin evine girme hilesini hatırlarsanız farkedersiniz. Yani güzel ama maalesef yanlış bir teori. Bir de film hakkında değil de genel sihirbazlık numaralarına yorduğum bir eleştiri var. Deniyor ki seyircilerin arasından ya seçilmeyen biri gelir de kördüğüm atarsa? Olmaz. Çünkü gösteride tanka girecek kadın iki kişi istediğinde kadın parmağını kaldırır kaldırmaz gizli elemanlar direkt ayağa kalkıyor başkasına fırsat vermeden. Bir güzel ayrıntı da Angier'ın gösteride hem karısının öldüğü şekilde ölüp, hem de istediği gibi seyirciyi prestijde selamlaması. Ama Angier karısını unutalı, diğer takıntısının karısının önüne geçeli çok olduğu için tatminlik düzeyinde ekstra bir artış sağlamamıştır bence.

Sonuç olarak obsesyon gençlerin oyunudur ve iyi bir şey değildir. Bir şeye saplantılı kalmayınız. Düşündüğünüzden fazlasını kaybedebilirsiniz.
-spoiler bitti-

Hakkında bu kadar uzun yazılabilecek bir film işte. İzleyip kendiniz karar verin. Dikkatli izleyin, yakından bakın. Ama gene de çözemeyeceksiniz. Çünkü biz, kandırılmak istiyoruz.

14 Mayıs 2010

Nedir


Lupalupo ne demek ki? Aslında ana başlığım Are You Watching Closely'den aklıma geldi. Lupa İspanyola büyüteç demek. Alınmıştı. lupalupa'yı denedim. O da alınmıştı. Sonra yeni öğrendiğim kurallardan biri olan İspanyolca'daki -a -o dişi-erkek ayrımından aklıma Lupo geldi. Ama araştırınca İtalyanca'da kurt anlamına geldiğini öğrendim. Gene de bir ilgisi yok onunla. Karizmatik bir blog adı falan değil ama olsun.İlk zamanlar önceden yazdıklarımı düzenleyip kopyala yapıştır yapacağımdan pek zor olmayacak bir şeyler eklemek. Sonrasına sonra bakarız.